Ayazağa'da "ofisi" varmış.
Danışma hizmeti veriyor.
Muhalefete!
Karamollaoğlu ve Babacan, İstanbul'a geldiklerinde (zaman zaman!) oturup konuşuyorlarmış.
"Erdoğan'ı nasıl deviririz?" konuşmaları bunlar.
Herhalde "Palamutu tava mı yapalım ızgara mı?" tartışması değil.
Kılıçdaroğlu da telefon edermiş.
Davutoğlu da telefon edermiş (inanmadık.) Oraya her gün gidermiş, okurmuş, yazarmış (ne yazıyor?), çalışırmış... Ne çalışıyor?
Bütün bunlar "evden" de yapılamıyor mu?
Evde geçirmiyormuş gününü...
Kahveye de gitmiyor, yürüyüş de yapmıyor.
***
Başbakanlık yaptı, cumhurbaşkanlığı yaptı.
Tatmin olmamış demek ki.
Peki şimdi ne istiyor?
Ali Babacan'ı koltuğa oturtacak, ipleri ele alacak, memleketi perde arkasından yönetecek.
Nasıl bir doyumsuzluk bu?
Padişah olmak istiyor desek haksızlık olur.
"Bir bilen" olacak... Manevi lider...
Yürütmenin yolu yordamı belli...
Yönetmek istiyorsa niçin adaylığını koymuyor?
Geçen sefer kazanamayacağını gördüğü için koymamıştı...
Bu sefer ışık mı gördü?
Öyleyse niçin
"masaya" ağırlığını koymuyor?
Hep
"armut piş ağzıma düş" diye mi bekleyecektir?
Onlar gelsinler... Onlar rica etsinler...
Hatta yalvarsınlar...
Çaresiz kalsınlar, ona gelsinler.
O da
"cihet-i muhalefetten gelen talep üzerine" desin...
İstemiyormuş ama memleketi kurtarmak için mecbur kalmış gibi yapsın...
Böyle bir arzusu yokmuş ama...
***
Arzun yoksa
Ahmet Necdet Sezer'in yaptığını yaparsın.
Ofis mofis açmazsın.
Çekilirsin köşene, kimseyle halvet olmazsın.
Karışmazsın olana bitene.
Adını da kimse tartışma konusu yapmaz, yerli yersiz gündeme getirmez.
Çok mu zor?
İhtirasın aklının önüne geçtiyse zor tabii.
O zaman da çıkarsın ortaya!
Sütre gerisinde kalmazsın.
Ne ballı börek bu yahu, kaybedersen kimse eleştiremeyecek, yoksun ki hesapça!..
Hem adaysın hem değilsin.
Bıktırdığının da farkında değilsin.