Geçtiğimiz yılın son haftalarına, gazeteci ağzıyla söylememe izin verirseniz, bilim çevrelerinde kopan kıyasıya bir kavga damgasını vurdu sayın okuyucular...
Prof. Dr. Ayhan Aktar, Yüzbaşı Sarkis Torosyan derler bir adamın anılarını tercüme ettirip yayınladı. 1947 yılında Amerika'da çıkmış bu kitap, önce Çanakkale'de çarpışmış, sonra Ermeni kırımında akrabalarının öldürülmesi üzerine "düşman saflarına" geçmiş, daha sonra Amerika'ya yerleşmiş ve orada ölmüş bir Osmanlı subayının hatıralarıydı...
Fakat epey abartılı kokuyordu... Bir sürü tutarsızlık vardı... Düzmece olabilir miydi?
Bir yandan Halil Berktay, öbür yandan Hakan Erdem bunun altını çizdiler. Taner Akçam, Aktar'ı savundu. İki hoca, iki hocaya karşı!
Araştırmacı Erdem, daha da ileri giderek, Torosyan'ın subay mubay olmadığını, alt tarafı Amerika'ya göçetmiş bir boyacı olduğunu, anılarını da meşhur "Arabistanlı Lawrence'ın" kitabını okuyup onun etkisinde kalarak "poposundan salladığını" ileri sürdü. Kesin olarak kanıtlayamasa bile akla çok yakındı Erdem'in ulaştığı bulgular.
Haftalar süren ve hocalarımız arasında neredeyse birbirine hakarete varan bu tartışmada, meselenin özü gözlerden kaçtı:
Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında, özellikle dünya savaşı sırasında, Osmanlı ordusunda "gayrımüslim subaylar" var mıydı, yok muydu?
Üst tarafı magazin ayrıntısıydı. Belki Torosyan'ın kolunu kurşun sıyırmıştı da bunu "ağır yaralandım" diye pazarlıyordu, belki paşanın kızı Cemile'yi uzaktan şöyle bir görmüştü de "onunla büyük aşk yaşadım" diye abartıyordu... Hatta Torosyan gerçekten subay değil bir "mitoman" da çıkabilirdi.
Ermeniler, Yahudiler, elbette Tanzimat'tan sonra, özellikle yirminci yüzyılın başlarında, Osmanlı ordusunda subay olabiliyorlar mıydı? Yani, Ermeni "diasporasının" savunduğu "Türkler bizi yalnızca kestiler" görüşü gerçeği tam olarak yansıtmıyor olabilir miydi? Mesele buydu.
Yeni yıla keyifli birşeyler okuyarak gireyim dedim, Kemal Tahir'in "Bir Mülkiyet Kalesi" romanını karıştırıyordum...
Bilindiği gibi Kemal Tahir bu romanı 1946 yılında Çorum Cezaevi'nde yazmış, yeterince "pişmemiş" bulduğu için sonradan üzerinde yeniden çalışmak amacıyla bir kenara koymuş, buna ya fırsat bulamamış ya da gönlünden çıkarmış. Roman, ölümünden dört yıl sonra, ünlü "sarı defterlerinden" temize çekilerek günışığına çıkmıştı. Kemal Tahir bu "otobiyografik" eserinde kendi babasını ve çocukluk anılarını anlatır...
O zamanlar almış ve herkes gibi ben de yutarcasına okumuş, bir daha da açıp bakmamıştım. Şimdi yeni baskısına yeniden kaptırdım kendimi.
İthaki Yayınları'nın Bilgi Yayınları'ndan otuz beş yıl sonra yeniden bastığı romanın 172. sayfasında şu cümleye rastladım:
"Gavur sertabip -bir Ermeni doktoruydu- Burdur'da bulunan dokuzuncu seyyar hastaneye sertabip tayin edilmişti."
Askeri hastanenin başhekimi bir Ermeni doktor. "Muharip sınıftan" olmayabilir ama subay ve komutan.
Demek ki Osmanlı ordusunda Ermeni subaylar varmış.
1916 yılının görgü tanığı, küçük "Tahir oğlu Kemal" söylüyor!
Mesele açıklığa kavuşmuştur. Prof. Aktar belki Sarkis Torosyan'ın "kahramanlıkları" konusunda iyimser davranmış, onu çok ciddiye almakla hata etmiş olabilir ama parmak bastığı temel meselede haklıdır.