Ama 1 Kasım 1922'de... Çünkü saltanat o gün kaldırıldı. O günden sonra tam bir yıl boyunca Türkiye "adı konulmamış bir cumhuriyet rejimiyle" yönetilmiştir. Adı, "TBMM Hükümeti idaresi"dir.
Ama neresinden bakarsanız bakınız, bu bir cumhuriyettir. Başta padişah yoktur. Zaten padişah iki hafta sonra kaçmıştır.
Yani, 29 Ekim 1923 günü cumhuriyetin ilanı, bir "formalitenin yerine getirilmesinden" ibarettir. İsterseniz buna bir Fransız özdeyişiyle "i'lerin noktalarını koymak" da diyebilirsiniz.
Niçin böyle bir "geçiş dönemi" yaşanmıştır?
Çünkü kurtuluş savaşını Ankara'dan yöneten kadro içinde herkes cumhuriyetçi değildi, hatta meşrutiyetçiler daha da ağır basıyorlardı!... Bunlar "azınlık tahakkümüne" direniyorlardı.
Bu nedenle bir "ara formül" icat edilmiş, hanedanın en yaşlı üyesi sıfatıyla tahta geçmesi gereken Veliaht Abdülmecid Efendi, yalnızca halife sıfatıyla on altı ay daha İstanbul'da tutulmuştur. Meşrutiyetçilerin "ağızlarına bir parmak bal çalınmış" ve açıkçası oyalanmışlar, uyutulmuşlardır!
Bu o kadar böyledir ki, cumhuriyetin ilanından sonra aynı zat tam beş ay daha oturmuştur Dolmabahçe Sarayı'nda.
Yani vatanın her köşesi cumhuriyet diye inlemiyordu...
Cumhuriyetçiler, yani Gazi Mustafa Kemal Paşa ve bir avuç arkadaşı, temkinli adımlarla, amaçlarına alıştıra alıştıra, yavaş yavaş, kademe kademe yaklaştılar.
Açıkçası, uygun gördükleri anda da emrivaki yaptılar.
Halkın iradesi değil, bir avuç ihtilalcinin iradesi gerçekleşti.
Adının 1 Kasım 1922'de değil de ancak 29 Ekim 1923'te konulabilmiş olması bir "vakvakları ürkütmeme" politikasının sonucudur.
Tersi olabilir miydi? Olabilirdi, meşrutiyetçiler Mustafa Kemal çapında bir öndere sahip olsalardı tahta İkinci Abdülmecid geçebilirdi. Ama bu bir "teyzem ve dayım" meselini hatırlatır.