Üç hafta önce bir akşam Yunanistan'da Petros Markaris'le birlikteydik. (Lord Byron'u kendinden geçirmiş o büyülü Sounion burnunda eşek gibi bir mehtap, Poseidon tapınağı şakır yakır ışıkla yıkanıyor, hava sıcak ama esinti var, nem yok, iyi ki İstanbul'da değilim!...) Birlikteydik ama hiç konuşmadık.
Bir düğündeydik. Büyükçe bir masanın bir ucunda o oturdu, bir ucunda ben. İstanbul'da Ergekenon dayağı yemiş ve çok şükür Hrant Dink'ten daha talihli çıkmış gazeteci Andreas Rombopoulos'la çene yapmaktan Markaris'le ilgilenemedim. O da daha çok Profesör Ayhan Aktar'la lafladı...
Hiçkimse akıl edip de bizi tanıştırmadı, benim de adamı biryerlerden gözüm ısırıyor ama tam da çıkaramıyorum... İyi ki de konuşmamışız, "ne iş yapıyorsunuz" diye sorup rezil olmaktan kurtuldum. O beni tanıdı galiba, efendi adam, gülümsemekle yetindi.
Markaris İstanbullu bir yazar. Yetmiş üç yaşında.
Angelopoulos ve Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerin senaristi. Öyküleri, denemeleri de var ama asıl "polis romanlarıyla" tanınıyor. Türkçe'ye de tercüme edildi, kitapçılarda rahatlıkla bulabilirsiniz. "Hafiyesi" de Komiser Kostas Haritos... Karısıyla geçinemeyen, huysuz, saldırgan ve sıkıntılı bir roman kahramanı...
Heybeliadalı ve Tatavlalı (Kurtuluşlu) hemşerim Markaris, Komiser Haritos aracılığıyla Yunanistan'ın medya çevrelerini, reklam sektörünü, "solcu geçinenlerini", Atina trafiğini, çirkin yapılaşmayı, hava kirliliğini vb. yerden yere vuruyor.
"Yunanistan'ın Stieg Larsson'u sayılır" diyeyim, anlayan anlasın.
Bütün kitaplarını aldım, Larsson'un üçüncü cildinden başımı alabilirsem sırayla okuyacağım. (Larsson'u gene "bitmesin" diye yavaş yavaş okuyorum, çünkü bir dördüncü cildi yok ve olmayacak. Larsson son eserinde "İsveç Ergenekonu'nu" anlatmış!)
Markaris'in bir sözü beni çarptı.
"İstanbul, çeşitliliktir" demiş.
İstanbul'u bizden daha iyi bilir. Çünkü biz beş yüz elli yıldır bu şehirdeyiz, "onlar" iki bin beş yüz yıldır!
İstanbul uzunca bir süre öyle olmaktan "kurtarılmaya" çalışıldı.
Ankara yönetimi, İstanbul'u "ulus-devletin herhangi bir taşra kenti" yapmak istedi. İstanbul'a "gıcığı" vardı, çünkü hem işgal görmüştü bu şehir, hem de yirmili yılların ortalarında İstanbul basını diktaya karşı çıkmış, sonunda Takrir-i Sükun Kanunu'yla ancak susturulabilmişti.
İmparatorluk başkenti, cumhuriyet başkenti tarafından "tu kaka" edildi.
1940 yılına kadar çivi bile çakılmadı İstanbul'a.
Kara listeye alındı, üzerine ölü toprağı serpildi.
"Arındırılmaya" da çalışıldı. Ankara'da Ermeni'nin köküne kibrit suyu ekilmişti ama İstanbul'da çok vardı onlardan...
Rumlar ve Ermeniler Anadolu'dan sökülüp atılmışlar, İstanbullu azınlıklara "dokunulamamıştı"... Onlar için de başka yöntemler bulundu ve Kıbrıs olayları bahanesiyle onlar da gönderildiler, gitmeye zorlandılar.
Şimdi İstanbul "intikamını" almaktadır artık.
İstanbul geri geliyor.
"Kozmopolit" kimliğiyle geri geliyor.
İnanmayan çıkıp Beyoğlu'nda bir dolansın. Bir köşede viyolonsel, bir köşede "santur" çalan gençlere baksın. Alevi kardeşlerimizin "türkü barlarına" bir göz atsın. Cihangir kahvelerinde kaç ülkeden kaç dil konuşulduğuna kulak versin. Bağdat Caddesi dolaylarında sürekli oturan Japonlar'ı da görsün.
Siz ne diyorsunuz yahu, erken davranmazsam Remzi ve D-R gibi mağazalarda Fransız müşteriden Le Monde ve Le Figaro kalmıyor... Migros'un bir köşesinde jambon ve "bacon" satılıyor.
Bize bu şehirde yıllarca çocukluğumuzun tadlarını, bir cappucino'yu, bir espresso'yu, bir mortadellalı sandviçi bile unutturmuş olanlara da yazıklar olsun...
İstanbul onlardan köklüdür. Onlardan büyüktür. Onlardan kalıcı olacaktır.