Hani kimisi hortumunu anlatmış, kimisi kulağını, kimisi bacağını, kimisi dişlerini... Ona benzedi.
"Atatürk'ü özlemle anıyoruz" dediler 10 Kasım günü...
Atatürk öleli yetmiş bir yıl geçmiş, Atatürk öldüğü gün o manşeti atan çocuğun daha babası bile doğmamış, yani kendisi babasının içeceği portakal suyunda vitamin bile değil, özlemle anıyor...
Babanın bile hayatta olmadığı bir dönemi yaşadın da özledin mi, yoksa okuduklarının ve sana öğretilenlerin etkisiyle "özlemen gerektiğini" mi düşünüyorsun? Ben şimdi tutup da "Kanuni Süleyman dönemini özledim" şeklinde saçmalasam canıma da okur musun?
Şu soru da ister istemez soruldu bunun üzerine, özellikle Emre Aköz tarafından: Atatürk dönemi bir "altın çağ" mıydı?
Adamına göre değişir.
Cevap verecek olanın sosyal sınıfına, zümresine, mesleğine, konumuna, dinine, etnik kökenine göre değişir.
Kürtsen, değil. "Gayrımüslimsen", değil.
Memursan, elbette altın çağ...
Hele subaysan ya da öğretmensen, altın da değil, platin çağ!
(Aslında memurlar için gerçek altın çağ, İnönü dönemi olmuştu: Her ay Sümerbank'tan patiska, sabun vb. gibi "yardımlar" yapılıyordu memurlara, ama yalnızca memurlara... Savaştan sonra bu uygulama durduruldu, yardım paraya çevirilip maaşa eklendi, yani memurlara "seyyanen" esaslı bir zam verilmiş oldu! Daha sonra gelen yıllarda bu tür yardımlara, "çıkma yapma, sakal atma, kıyak çekme" gibi argo deyimler uyduruldu.)
Aydınlar için, çıkıntılık etmezlerse, "tek parti rejimine bağlılıklarını kanıtlarlarsa", seslerini çıkarmazlarsa, gene altın çağ.
"Açık bulunan" falanca vilayetin mebusluğuna tayin de var işin içinde (seçim değil, tayin, çünkü seçime tek partinin tek listesinin baş sırasından giriyorsan seçilememek diye bir kaygın yok), bir yabancı başkente büyükelçi olarak atanmak da... (İnönü döneminde buna "Maarif Bakanlığı Tercüme Bürosu'ndan maaş almak" da eklendi.)
Çıkıntılık edersen, yasaklanırsın, okul kitaplarından silinirsin, unutturulursun... Ya da askeri mahkemede yargılanır, yirmi sekiz yıl yersin...
Ameleysen, yanmışsın.
Benim büyükbabam o çağda Kasımpaşa Tersanesi'nde tornacıydı...
Ne sigortası vardı, ne iş güvencesi, ne de iş güvenliği...
Grev hakkı yoktu. Hakkını arayacak bir sendikası, üye olabileceği bir derneği, dertlerini dile getirecek bir siyasi partisi, fikirlerini savunacak bir gazetesi yoktu.
Üç çocuk büyütüyordu.
Çocukların üçü de "memuriyete intisap ettiler" de hayatlarını kurtardılar. Babam ve iki amcam ancak memur zümresine girerek, yani sınıf değiştirerek karınlarını doyurabildiler.
Dedem önce gemi işçiliği, sonra da kamyon şoförlüğü yaptı. O da üç kız büyütüyordu.
Kızların ortancasını, anamı okutabildi, o da memur oldu.
İmdi, bu altın çağın hangi altınının hangi tozunun bizim eve de bulaştığını bana anlatacak, şapka giymenin ve tango yapmanın kursağımıza hangi lokmayı soktuğunu açıklayacak kişiler bekleniyor... Bu çağın ve partisinin "sol" olduğunu kanıtlayacaklara ödül de verilecektir.