Kızları masaya yatırıp üstünden "suşi" yiyorlarmış... Bir Japon nu-marası... Boylu boyunca uzanmış yatan bir kız, göbeğinde toro (yağlı ton balığı), memesinde ebi (karides), belinde tako (ahtapot), kukusunda unagi (yılan balığı)... Masanın başında, ellerinde çubuklar, pişmiş kelle gibi sırıtan birtakım uyanık herifler...
Bu olayın, tıpkı yemekler gibi, elbette Japonca bir adı da var: Nyotaimori... Suşinin çeşitleri bol, kızı yemek yasak. Tabağı ısırmayınız.
Kızlar elbette genç ve güzel olmak zorundalar, emekli Ayşe Teyze'den her gün baklava börek yesen çekilmez!
Hay, wakarimasu... Evet, anladık...
Tokyo'da değil yahu, Balmumcu'da. "Garden 74" derler bir lokanta. Kızların adları da Yoko, Yumiko falan değil, Ebru ile Gözen. Biri sarışın, biri esmer.
Tepkiler de gecikmedi tabii... Kimisi, beklediğimiz gibi, hemen "benim emekçi halkım yemeye kuru ekmek bulamıyor, bunlar kalkmış..." edebiyatına girişti. Oysa Ebru gecede dört yüz papel kazanıyormuş, kaç kişi alıyor bu ücreti?
Kimisi "günah" olduğunu söyleyecektir. Kimisi "kadın bedeninin metalaştırılmasının sosyo-ekonomik ve de transandantal alafortanfonisine yaklaşım konusunda büyük feminist düşünür Kate Millett'in görüşlerine giriş" başlıklı yazılar yazabilir.
Benim aklıma başka sorular takılıyor...
Örneğin, en düşük uğraşlardan biri olarak kabul edilen "tabakçılık" yani bulaşıkçılık mesleğine daha sıcak bakmaya başladım. Burada tabağı bulaşık makinesine sokamayacağınıza göre, servisten sonra kız kendisi mi sabunlanıyor, yoksa bir durulayan da var mı? (Deterjan cildi bozar, sakın ha!)
Bakalım kadınlar nasıl bir tepki gösterecekler?
"Allah belanızı versin" diyecekler çıkacağı gibi, "ay iki çatal da bana batırsalar" diyecekler de olabilir!
Kadın gövdesinden birşeyler atıştırmanın bir "Japon icadı" olduğunu sananlar yanılıyorlar...
Nasıl Batı'da, kadın ayakkabısından (özellikle opera sanatçısının, "diva"nın iskarpininden) şampanya içmek geleneği varsa (böğk!), Osmanlı'da da "kadın göbeğinden rakı içmek" vardı!
Kurban olayım, aramızdaki uygarlık farkını görün işte...
Bir fırt rakı, bir yudum su, bir ısırımlık dilber dudağı...
Roma İmparatorluğu'nda çok daha "beter" sofra alışkanlıkları vardı: Yemek yatarak yenir, çişi gelen de kölesini çağırır, hiç kalkmadan kölenin getirdiği kaba (urinarium) herkesin gözünün içine baka baka işeyiverirdi. Ellerini de kölenin saçlarına silerdi.
Dilden yanaktan ve de göbekten yemek yedirmenin mucidi de bir Japon değil, bir Fransız hanımıdır.
Üçüncü İmparatorluk devrinde, 1860'larda falan, Paris'in ünlü ve lüks hanımlarından biri, konuklarına akşam yemeğini böyle servis ederdi: Kocaman gümüş bir tepsi üzerinde hanım anadan doğma uzanmış yatıyor, uşaklar da tepsiyi masaya getiriyorlar... Hanımın apışarasında yeşillikler, iki yanında havuç ve patates salatası... O zamanlar "genetiği değiştirilmiş organizmalar" olmadığından, hanım da havuçlar da patatesler de "bio"...
(Yanlış anlamayınız, ve de hiç boyuna heveslenip ağzınızı şapırdatmayınız: Bizim "suşici" kızlar bikiniyle çıkıyorlarmış.)
Hanımın adını ha deyince çıkaramadım yahu, La Paiva mıydı, Marguerite Bellanger mi, yoksa Alice Ozy mi?
Kalkıp da kara kaplıya bakamayacağım, çünkü karnım acıktı!