İstiklal Mahkemeleri'ni duymuşluğunuz vardır elbette... Hani şu, göbeğini kaşıyan ayılara göz açtırmayan devrim mahkemesi... Fransız Devrimi'ndeki "Tribunal Revolutionnaire"den ilham alınarak kurulmuş olan özel ve olağanüstü mahkeme... Temyizi falan da yok! Devrimin kılıcı...
Halk arasında "Ali'ler mahkemesi" de denirdi, Kel Ali, Kılıç Ali, Necip Ali, Bakkal Ali, Ali Saip...
Bu mahkemenin, "Atatürk devrimlerini korumak ve kollamak" için falan değil, asker kaçaklarını yargılamak üzere kurulduğunu da biliyor muydunuz?
Çünkü kuruluş yılı 1920, ortada henüz devrim mevrim yok.
Anadolu kadını cepheye sırtında mermi taşıyor ama Sakarya Meydan Muharebesi'nde tam 48 bin de asker kaçağımız var! (Anadolu kadını, o mermiyi "metazori" taşıyor, Tekâlif-i Milliye Kanunu uyarınca... Güzel. Ben de olsam o kanunu çıkarırdım. Fakat devrim tarihimiz yeni kuşaklara öğretilirken, bu taşıma olayının "zorunluluk" boyutu es geçilmiş, "halk mermileri kendiliğinden ve gönüllü olarak kağnısıyla taşıdı" gibi bir "mitoloji" yaratılmıştır.)
Devrim mahkemesi, bu kaçaklardan yakaladıklarının kimini asıyor, kimine de "kırk değnek, yüz değnek" gibi cezalar veriyor. "Evinin yakılması" gibi cezaları da var.
Güzel. Ben de olsam öyle yapardım.
Sonra bir anayasa yapılıyor, cumhuriyet kuruluyor, anayasa bazı değişikliklere uğruyor... Cumhuriyetin ilk iki yılında demokrasi var, sonra 1925'te Takrir-i Sükûn Kanunu geliyor ve cumhuriyet tam yirmi yıl sürecek bir dikta dönemine giriyor...
Bu sefer de İstiklal Mahkemeleri, muhalefeti susturmakta kullanılıyorlar. Bir de, devrimlere karşı çıkanın başını ezmekte.
Lakin, bu mahkemenin, Fransa'daki "kardeşinden" önemli farkları var.
Orada bu mahkeme hukukçulardan oluşuyordu. Gerek mahkeme reisi Herman, gerek Montane, Dumas, Saunier gibi üyeler, gerekse o anlı şanlı savcı Fouquier-Tinville, evet, "yanlı ve taraflı" adamlardı ama meslekten hukukçuydular. Üstelik jüri de vardı!
Bizde, hani şu Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın meslekten hukukçu olmamasının eleştirildiği ülkemizde, devrim mahkemesinin üyeleri bizzat mebuslardı! Yani TBMM, yürütmeyi kendisi oluşturmakla kalmamış, yargıyı da kendi eline almıştı. Erkler tek elde toplanmıştı. Bu durum, siyaset bilimi literatüründe "konvansiyonel sistem" denilen kalıba bile aykırıydı.
Çünkü biz bize mi benzerdik? Bir tek savcı hukukçuydu İstiklal Mahkemesi'nde, yargıçların hepsi milletvekili ve çoğu subaydı.
Üstelik bu özel mahkemenin, 1921 Anayasası'nda da, değişikliklerle 1924 Anayasası'nda da yeri yoktu. Mahkeme anayasaya aykırıydı.
Hani, Yassıada Yüksek Adalet Divanı'nın da hiçbir anayasada olmadığı gibi...
Hadi o bir geçiş, bir boşluk, bir cunta döneminin ürünüydü, 1925 yılından 1929 yılına kadar memlekette boşluk mu vardı?
Özel mahkemenin bu durumu çok eleştirildi. Ama bir yandan eleştirmeye kalkanların çanına ot tıkıldı, bir yandan da bizzat Atatürk "inkılabın kanunu mevcut kanunların üstündedir" dedi.
Cumhuriyet yönetimi, gerek gördüğünde kendi anayasasını da, yasalarını da çiğneyebiliyordu.
Buna bugün de yeltenenler var, kendi kafalarına göre yorumladıkları devrim yasalarını Türkiye Cumhuriyeti'nin TBMM tarafından yapılmış yürürlükteki yasalarının üstüne çıkarmaya niyet ediyorlar. Bir kısmı şimdi bu kavurucu yaz sıcaklarında şirin kıyı beldemiz Silivri'de istirahat ediyor... Bir kısmı henüz yola çıkamadı... Eli kulağındadır.
Son günlerde "mahkeme" konusu çok güncel ya, tarihe meraklıyım, benim de aklıma bunlar geldi, yazayım dedim.