Yabancı medyadaki elitlerin, okuyucularının Türkiye hakkındaki gerçeklere erişimini filtreye tabi tuttuğu tezini savunan bir köşe yazısı şöyle başlıyor: "Günümüzde ana akım medya kuruluşlarının büyük bölümü Türkiye'nin otoriterlik yönündeki değişimini vurgulamakta birbirleriyle yarışır halde". Makalenin yazarı Erik Meyersson, Stockholm School of Economics'te siyasal ekonomi alanında çalışan bir doçent ve "Türkiyeyle İlgili Kötü Mevzulardan Sıkıldım" başlıklı ilginç yazısında, yabancı basının Türkiye'ye dair sergilediği "anlayış piruetinin" (balede tek ayak üstünde vücudu döndürme hareketi) detaylarını ortaya koymuş. Meyersson "The New York Times, Financial Times ve Economist" de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşunun, on yıl boyunca kendisini "Batı yanlısı bir demokratik çoğulculuk taraftarı" olarak övdükten sonra nasıl da birden bire Erdoğan karşıtı kesildiklerini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.
Yazar, belli başlı yabancı medya kuruluşlarının Türkiye'yi ilgilendiren yayınlarının "olgulara" değil söz konusu yayıncının menfaatlerine dayandığını ima etmek için "Medyanın Türkiye hakkındaki akışı olumsuz yöne döndü" ifadesini kullanmış. Meyersson'un, yayın kurullarının geçmişte Türkiye'yi şekerle kaplayıp da şimdi gerçeğe daha yakın oldukları değerlendirmesine esas itibariyle katılmamakla birlikte, yazarın yabancı basında Türkiye ile ilgili yer alan haberlerin, her ne olursa olsun "gerçeğe" değil de yayın kuruluşunun menfaatlerine göre değişebileceği hatta değiştiği önermesi siyasi görüşünüz ne olursa olsun sizi rahatsız etmeli.
Meyersson yazısının devamında, Foreign Policy Magazine'in birisi 2011 ve diğeri 2013'te olmak üzere kullandığı iki farklı Erdoğan fotoğrafını kıyaslıyor. İlk resimde Erdoğan saygın bir devlet adamı olarak sunuluyor ve arkasındaki Türk bayrağı görüntüyü tamamlıyor. Meyersson'un incelediği ikinci resim ise Erdoğan hararetli bir tartışmanın tam ortasındayken çekilmiş ve gözle görülür şekilde heyecanlı olmasının yanısıra cümlesini henüz bitirmediği için ağzı da aralık. Erdoğan ülke tarihinde halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı ünvanını almadan yalnızca bir kaç ay önce yayınlanan bu ikinci resmin üstüne atılan başlıksa ironik: "Erdoğan Bitti mi?"
Peki neden bazı yabancı medya kuruluşları Erdoğan'ın aleyhine dönmüş durumda? Neden tutumlarını bu kadar hızlı biçimde değiştirdiler? Meyersson "problem hikayeleri talep eden tarafta yatıyor: genel yayın yönetmeninin ofisi. Ve op-ed görüş yazarlarının seçimi genel yayın yönetmenlerince yapılıyor..." şeklinde devam ediyor.
The New York Times, Financial Times ve The Economist'in genel yayın yönetmenlerinin pizza sipariş edermişçesine "Erdoğan karşıtı" yazılar sipariş edebileceklerine inanıyor muyum? "Ekstra "otoriter" ve içine "halk tarafından seçilen" koymayın lütfen, 30 dakika içinde bekliyorum..." Bir yazı arzu ettikleri çarpıtma düzeyine gelene dek baştan yazılmasını istiyor olabilirler mi? Yalnızca kendi düşüncelerini yansıtan op-ed görüş yazılarını tercih ediyor olabilirler mi? Onları buna iten ne olabilir? The New York Times, The Economist, The Wall Street Journal ve Financial Times bilerek ve isteyerek Türk seçmeninin oy verme tercihlerini değiştirmeye mi çalışıyorlar? Bunu yapıyorlarsa bile, Erdoğan'ın popülerliğinin arttığı gerçeği karşısında, çok başarılı olduklarını söylemek mümkün değil. Belki de etkilemeye çalıştıkları Türkler değildir. Meyersson'un The Economist'ten alıntı yaptığı 2010 tarihli makalede yer aldığı şekliyle, Erdoğan'ın artık "İslam dünyasında canlı bir demokrasi ve hukukun üstünlüğünün parlak (ve ender) bir örneğini" ortaya koymanın savunucusu olmadığına Türk olmayanları ikna etmek The Economist'in menfaatlerine ne şekilde uygun düşüyor? The Economist'in menfaatleri neler?
Yukarıdaki sorular geceleri benim uykumu kaçırmıyor. Türkiye'deki meslektaşlarımın ve arkadaşlarımın sıklıkla yaptığına şahit olduğum bir hata, ülkelerin yekpare taşlar olduğunu düşünmek. Oysa tamamen aynı siyasi görüşü taşıyan iki Amerikalı, iki İngiliz veya iki Avrupalı bulmak oldukça zor. Ülke olarak "Amerika"nın siyasi görüşleri yok, vatandaşlarının var. Demokrat Partili bir Başkan, 55/45 şeklinde bölünmüş bir Cumhuriyetçi Senato ve Cumhuriyetçilerin kontrol ettiği bir Temsilciler Meclisi nasıl aynı siyaseti savunuyor olabilir? Bu durum diğer ülkelerin bir çoğu için de geçerli. Tüm medya kuruluşlarının aynı "haberi" farklı izleyici kitlelerine sunduklarını düşünmek de benzer bir naiflikle malül. Şahsen The New York Times'ın "gerçeği" sunduğu kabulünden hareket etmiyorum; aynı şekilde News Corp'un da (Fox News/Wall Street Journal) "gerçeği" sunduğu kabulünden hareket etmiyorum: bunların tarafgirlik düzey çarpanlarını dikkate alarak zihnimde bir ortalama buluyorum ve bu ortalamaya şahsi siyasi görüşlerimi ekleyip çıkarttığımda "benim gerçeğim" sonucuna ulaşıyorum.
Aynı oy pusulasında hem George W. Bush hem Hillary Clinton'a ve dört yıl aradan sonra John Kerry'ye oy verdiğini açıklamaktan gocunmayan birisi olarak kendimi pragmatik bir seçmen olarak değerlendiriyorum. Eğer seçimle iş başına getirdiğim siyasiler, seçim kampanyalarındaki vaatlerini yerine getirmezlerse, o siyasi koltuklarda oturuyor olmalarını sokaklarda değil seçim sandıklarında protesto ederim. Her ne kadar toplumsal konular seçmen kitlesini harekete geçirmek için iyi birer vasıta olsalar da benim asıl önem verdiğim konular özgürlük, suç, sağlık hizmetlerinin kalitesi, işsizlik, eğitim reformu, hayat standartları ve gelir eşitsizliğine dair. Bunların bir çoğu ölçülebilir/sayılabilir konular ve seçimle görev verdiğim yetkililerin doğru yönde hareket edip etmediklerini takip edebilirim. İşte yabancı basının sınıfta kaldığını düşündüğüm nokta tam da burası. Seçimlere katılım oranının dünya sıralamasında en üstlerde olduğu Türkiye'ye, bugüne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan ve onun kurduğu partiyi reddedip reddetmeyecekleri dokuz kere soruldu. Türkiye'de son yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılım oranı Amerika Birleşik Devletlerinde gerçekleştirilen son 58 federal seçimin hepsinden daha yüksekti. Buna kıyasla daha yüksek oranda seçmenin katılımıyla en son seçilen ABD Başkanı olan McKinley toplam oyların yüzde 51'ini alarak seçimi kazanmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise yüzde 52 oy aldı.
Türkiye'de demokrasi eksikliği konusunda sahiden yapılmayı bekleyen haberler var ancak bunlar yabancı basının bugüne kadar bakageldiği yerde gizli değil. Şahsen, seçimi kaybeden adayın partisinin başında kalmayı sürdürdüğü bir siyasi sisteme aşina değilim. Eğer AK Parti'nin bir üyesi olsaydım (şu ana kadar herhangi bir partiye üye olmadım), önümüzdeki genel seçimleri kaybetmesi halinde Başbakan Ahmet Davutoğlu'na istifa çağrısı yapan ilk kişi ben olurdum. Peki muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) üyeleri, neden aynı çağrıyı seçimlerin daimî kaybedeni durumundaki genel başkanları için yapmasınlar? Genel seçimler, yerel seçimler, halk oylamaları, cumhurbaşkanlığı seçimi derken bu bardak sahiden ne zaman taşacak? Yabancı medya kuruluşları neden bunu haber yapmazlar? David Cameron'un Birleşik Krallık'ta üstüste beş seçim kaybetmesine rağmen partideki konumunu muhafaza ettiği hayal edilebilir mi? Tek bir mağlubiyet parti lideri olarak kariyerinin sonu olur ve olmalıdır da...
Daha güçlü ve sağlıklı bir muhalefet AK Parti'yi oyununu daha iyi oynamaya mecbur bırakır ve nihayetinde kazanan, önünde daha iyi seçenekler bulunan seçmenler olur. Türkiye'de demokrasinin ilerlemesine katkıda bulunmak ister misiniz? Bazen bir ağacın sağlıklı kalması için bazı dalların budanması gerekir. Yabancı medya kuruluşları bir sonraki piruetlerine geçmeye karar verdikleri zaman bu ve diğer konularda daha çok yazı okumayı ümit ediyorum.
@TahaMArvas