Geçen haftalarda, Avrupa Konseyi Parlamenterler Konseyi'nin görevlendirdiği raportörlerin hazırladığı Türkiye'nin demokratik kurumları ile ilgili taslak raporu komisyondan geçti. Taslak 22 Haziran'da Avrupa Konseyi Genel Kurulu'na inecek. Eş raportörler Avrupa Muhafazakarlar Grubundan Norveçli Sayın Ingebjorg Goldkesen ve Sosyalist gruptan Sırbistan'dan Sayın Natasa Vuckovic. Raportör sekreteryasını ise Fransız Sayın Sylvie Affholder yürütmekteydi.
Ben de 18 kişilik AKPM Türkiye delegasyonunun bir üyesi olarak raporun yazılma aşamasında birçok kez raportörler ve sekreterya ile görüştüm. Karşılıklı görüşlerimizi geniş çerçevede paylaşma imkanı bulduk. Tabii diğer AKPM üyesi arkadaşlar da aynı görüşmeleri yaptılar.
Avrupa Konseyi 1980 darbesinden sonra Türkiye'nin üyeliğini askıya almış, daha sonra izleme süreci başlamıştı. Türkiye bir süredir izleme sonrası süreçte yer alıyor. Bu süreçler üye ülkelerin demokratik olarak hasar gördüklerinde, onları karantinaya almak, normalleşme adına teşvik etmek manasını taşıyor.
Burada önemli olan, Türkiye'nin objektif kriterlerle ülkenin sağlıklı bir stres testine sokulması ve demokratik kazanımların korunması sağlanırken, reform adımlarını atılmasında cesaretlendirici fonksiyon üstlenmek.
Avrupa medeniyeti, Türkiye'nin önemli ve değerli bulduğu bir demokrasi müktesebatına sahip. Bu Avrupa'nın sorunsuz ve hatasız olduğu anlamına gelmiyor. Nitekim AKPM pek çok konuda birlik üyelerini uyarma ihtiyacı hissediyor. Özellikle Avrupa'da radikal partilere dönük artan ilgi, ırkçı eylemler, göçmen ve mülteciler ile ilişkilerde yaşanan sorunlar, gerçekten pek çok alanda Türkiye'nin sağladığı standartlardan çok geride.
Tabii burada coğrafi ve kültürel farklılıklar, ülkelerin kendi demokrasi tecrübelerinin yarattığı nüanslar, ülke bazındaki zorlukların Avrupa normlarına göre yok veya sapma sayılması gibi düzelmesi gereken bazı ciddi sorunlar var.
Yani kısaca, son raporda her satırda göze çarptığı gibi, evrensel demokrasi kriterlerini geliştirme istekliliği ile "Biz bu işleri burada böyle yaparız" gururu birbirinin içine geçmiş ve ikincisi ağır basmış. Bu raportör ekibin Türkiye'ye bakışlarındaki sübjektiviteden kaynaklanabileceği gibi, Avrupa'da bu bakışın şahıslara indirgenemeyecek bir ekole denk geldiği de söylenebilir.
Mesela taslağın 19. ve 26. paragraflarında Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri'nin açıklamalarına atıfla, Türkiye'de terörizm tanımının çok geniş yer tuttuğu, yasanın geniş yorumunun AK standartlarıyla çeliştiği, medya şirketlerinin el değiştirmesine gerekçe yaratıldığı ifade ediliyor.
Burada tabi söz konusu PKK terörü ve Gülen örgütü ile yapılan mücadele kast ediliyor. DAEŞ oldukça antipatik bulunuyor olmalı ki, bu konuda Türkiye'nin aynı kanunlarla verdiği mücadelede olası insan hakları ihlallerine dair bir eleştiri getirilmemiş.
Oysa Türkiye'nin şu andaki kanunlarında 9 terör suçu tanımlanmış bulunuyor. Bu neyin terör suçu olduğuna dair bir konu. Başka ülkelere bakarsak, ki bunlar demokratik ülkeler olmalı tabii, Türkiye'de 9 terör suçu bulunurken, bir başka AK üyesi olan İngiltere'de 34, Almanya'da 11, ABD 13 terör suçu bulunmakta.
Kaldı ki, bu ülkelerin hiçbiri, Türkiye boyutunda karmaşık, aynı anda çok yıkıcı eylemlerle hareket eden terörist örgütlerle mücadele etmiyor. Türkiye'nin 911 km'lik Suriye sınırındaki i çsavaş altı yıla yakındır sürüyor. Kilis gibi sınır illerimiz DAEŞ tarafından bombalanır, vatandaşlarımız ölürken, aynı şekilde PKK/PYD son olarak İstanbul'da 11 vatandaşımızın öldüğü saldırıları rutin olarak büyük şehirlere yığmaya çalışırken, bence Türkiye özgürlük/güvenlik dengesini bu zor şartlarda bu kadar iyi tutturmuş olmasıyla övülmeliydi. Evet 9. paragrafta Türkiye'nin terörle mücadele haklı olduğu vurgulanıyor, ama bir cümlelik cılız bir dokunuşla. Kaldı ki, madem rapor bu ihlal iddialarını (ne iyi ki) bu kadar önemsiyor, görev sırasındaki tutumları nedeniyle 63 güvenlik görevlisi hakkında soruşturma açıldığını neden Türkiye'nin itirazı üzerine eklemek durumunda kalıyor?
Beklenti burada AKPM tarafından övülmek değil tabii; Türkiye'nin terörle mücadelede diğer ülkelere örnek olma potansiyeli var. Bir terör ve mülteci akını yüzyılına girdik. Türkiye'nin başarısı, Fransa'da olağanüstü halin üçüncü kez uzatılması, evlerin izinsiz aranması, altı yaşındaki çocukların çapraz sorguya çekilmesi, Müslümanlara, camilere saldırılar, ABD'de Trump'ın Müslümanların vatandaşlıktan çıkarılması önerileri altında, önemsenmesi gereken bir modele işaret ediyor. Türkiye bunu başarıyor. İhlaller, sorunun büyüklüğü, kompleksliği ve halkta uyandırdığı kaos hissine oranla, eski Türkiye'de yaşananların yanında oldukça mütevazı.
Cizre merkeze alınarak, sokağa çıkma yasaklarının, insan hakları ihlallerinin soruşturulması önerilmiş. Peki, PKK'nın Cizre'nin altında savaşmak ve bölgeyi Türkiye'den koparmak üzere alternatif bir tünel kenti kurduğu, 22 Temmuz 2015'ten beri ele geçirilen silahların mütevazı bir ülkenin ordusuna denk olduğu, sivilleri canlı kalkan olarak kullandığı neden dert edilmemiş? Neden, bu çapta büyük bir terör kalkışması ile (sivillerin kalkan olarak kullanıldığı bir ortamda), baş edilmesinin ne kadar güç olduğu, sivil kayıplarının önlenmesi için sokağa çıkma yasağının tatsız bir mecburiyet haline geldiği, PKK propaganda makinesinin çatışırken ölen teröristlerin cesetlerini sivil giysilerle giydirirken kayıt edilmiş görüntüleri bulunduğunu ifade etmiyor?
Ya da, bu noktalar neden birkaç cılız cümleyle geçiştirilmiş?
İlginç şekilde, ölen güvenlik mensuplarının sayısı İçişleri Bakanlığı'ndan alınırken, ölen sivil sayısı ise İnsan Hakları Derneği'nden (İHD) edinilmiş. İHD'nin tamamen PKK kontrolünde veya iyimser söyleyişle örgüt baskısı altında olduğu bilinmiyor mu?
Aynı şekilde, üç milyon Suriyeli göçmenin tüm sosyal ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan Türkiye'nin eksikleri haklı olarak sayılırken, (mesele 400 bin çocuğun eğitimden yoksun olması gibi) Türkiye'nin beş yılı aşkındır açık kapı politikası uyguladığı, çalışma izinlerini çıkardığı ancak eksik şekilde Türkiye'nin itirazı ile taslağa giriyor? Girmeyenleri söyleyelim: Türkiye'nin Suriyeli göçmenlere yaptığı resmi harcama 11 milyar doları geçmişken, belediyeler ve yardım örgütleri başta olmak üzere STK'ların yaptığı harcamanın 20 milyar dolar olduğu, toplamda 30 milyar dolar gibi bir kaynak ayrıldığı, Kilis gibi kentlerde yerli nüfusundan fazla göçmen barındıran yerler olduğu gibi, sadece İstanbul'da 600 bin göçmen olduğu, buna rağmen, ülkede ırkçı suçlar bağlamında herhangi anlamlı bir yükseliş olmadığı neden vurgulanmıyor?
Terörle mücadelede bağlamları yok sayarak, soğuk metinler üzerinden değerlendirme yapmak ne kadar teşvik edici?
Gülen grubunun, 17/25 Aralık 2014'te yargı/polis eliyle yapmaya çalıştığı hükümet darbesinin hiç kayda alınmadığı, anlaşılmak ve görülmek istenmediği dikkati çekiyor.
Ama çelişkiler de yok değil. Mesela bir yandan, Gülen örgütünün medya kuruluşlarına, korkunç suçlar işlediği iddiasıyla (şantaj, kitlesel dinleme, özel hayatın ihlali, mala el koyma, üniversite giriş sınavlarını kendi örgütü lehine çalma, hatta şüpheli ölümler gibi) açılmış şonca ciddi dava ve delillere dayalı iddianameler söz konusuyken, bunlar yokmuş gibi davranmak ve olanları sadece basın ve ifade özgürlüğü çerçevesinde eleştirmek.
Taslağın 7 ve 8. paragraflarında, dokunulmazlıkların Meclis'te birikmiş dosya kısıtında kaldırılmasını eleştirilirken, bunun gerekçesini raportörler şöyle oluşturuyor: "yargının bağımsızlığına ilişkin olumsuz iddiaların bir ortamda, dokunulmazlıkların kaldırılmasından büyük endişe duyulmaktadır."
Peki, hangi iddialar bunlar? Rapordan anladığımız kadarıyla, 17/25 Aralık'tan sonra, HSYK'da Gülen örgütünün cunta yapısını kırarak, yapıyı çoğulculaştırma yönündeki değişiklikler ve Cumhurbaşkanı'nın Anayasa Mahkemesi'nin bazı kararlarını eleştirmesi.
Acaba, o kadar bilgilendirmemize rağmen, raportör ekibi, Gülen örgütünün mağdur ettiği onbinlerce kişiden neden görüş almadı? Neden süren davaların niteliğine bakmaz? Neden bu örgütün Türkiye demokrasinin bir numaralı tehdidi olduğunu, seçilmiş hükümeti devirmeye çalıştığını, delilleri iddianamelerde varken kayda değer bulmaz?
Bu durum taslağın 31. Paragrafında oldukça kısa ve ilginç bir siyasi dille geçiştirilmiş. Milli Güvenlik Kurulu ve Bakanlar Kurulu tarafından terör örgütü ilan edilmiş bir örgüte "Sözde paralel örgüt" denirken, Gülen cemaatinin hükümetin eski müttefiki olduğu tanımı yapılmış. Yani olaya siyasi bir çekişme gözüyle bakılmakta olduğu anlaşılıyor. Bu tez zaten Gülen'e ait.
Böyle önemli bir rapor taslağı Denetim Komisyonu'ndan geçerken, "zaman darlığı" nedeniyle, Türkiye'den gelen değişiklik önerilerinin çoğu görüşülmemiş. Bir kısmı ise reddedilmiştir. AKPM'de olan herkes bilir ki, bir taslak Genel Kurul'a indikten sonra o taslağa müdahale etmek neredeyse mümkün değildir.
Peki amaç ne? Türkiye'ye yardımcı olmak mı, yoksa cezalandırmak mı? AKPM'yi dar veya yanlı görüşlerin piar merkezi haline getirmek, AKPM'nin itibarını sarsmaz mı? Bu şekilde bir yaklaşım, Türkiye'nin AKPM'yi ciddiye almasını önlemez mi? Türkiye'deki son eğilim, Avrupa mekanizmalarının siyasileştiği, taraf olduğu yönünde. Eğer bunca müzakere, toplantı ve emek, objektif sonuç vermeyecekse, Türkiye neden Avrupa kurumlarını ciddiye alsın, enerji harcasın ki?
Bu olumsuz kanaatleri uyandırmamak gerekir. Türkiye'nin tarafsız, objektif, hatta oldukça sert de olabilecek eleştirilere karşı bir tavrı yoktur. Eğer amaç Türkiye'nin demokrasisinin her ülkede olduğu gibi var olan eksikliklerini gidermek ise, objektif yaklaşım şarttır. Bundan sadde memnuniyet duyulur.
Bu rapor, PKK'yı, Gülen örgütünü memnun edebilir. Etmiştir de. Ancak bunun Avrupa Konseyi ve aynı tutumu sergileyen Avrupa Parlamentosu gibi kurumların Türkiye ile ilişkilerinde bir faydası olmaz. Etkileme ve teşvik gücü azalır.
AP, AK raportörleri ve şüphesiz diğer bazı eurokratlar, Türkiye'deki cumhurbaşkanı ve hükümetin siyasi çizgisinden memnun olmayabilirler. Türkiye'nin başka felsefeden partiler tarafından yönetilmesini de arzulayabilirler.
Ancak buna karar verecek olan Türkiye halkıdır. Bu karara saygı duymak ve Türkiye'nin iç siyasetinde aktörleşmemek gerekir.