Çin'de yüksek hızda büyüme dönemi ile ABD'nin küçülme ya da yerinde sayma dönemi aynı anda bitiyor. Buna ham madde ve enerji alanındaki kalıcı gözüken fiyat düşüşünü eklediğimizde, akışkan sermayenin ilk başta niçin çevreden merkeze geri döndüğünü anlıyoruz. Ancak Batı dünyası hala temel sorunlarını atlatmış gözükmüyor ve hızlı bir düzelmeden ziyade, küçük eşikler halinde ilerleneceği, hatta bazen geri dönüşler olabileceği anlaşılıyor. Bunun uzantılarından biri FED faizlerinin öyle kolayca enflasyonun üzerine çıkamayacağı ve hedeflere ulaşmanın zaman alacağıdır. Gelişmekte olan pazarlar ise bir yandan merkeze kaçan sermayenin, diğer yandan da ham madde gelirleri düşen ülkelerin varlık satışı baskısı altında. Ne var ki bunun da yavaşlayıp dengeleneceği bir an gelecek ve bu çok uzak bir an da değil.
Dolayısıyla akılcı ve uzun vadeli bakan yatırımcılar için muhtemelen en cazip pazarlar enerji ve ham madde fiyatlarındaki düşüşten kazançlı çıkan gelişmekte olan pazarlar. Türkiye bunların içinde en cazip olanlardan biri… Yine de yatırımcının tereddüt ettiği, kafasının karışık olduğu görülüyor. Haklı olarak…
Çünkü yatırımcılar geleceğin mantıklı ölçüler dahilinde 'öngörülebilir' olmasını isterler ve bunu Türkiye koşullarında yapmakta zorlanıyorlar. Üstelik bunun nedeni Türkiye'nin siyasi ve ekonomik açıdan nereye gideceğini bilmeyen bir ülke olması, bu yönde sonucu belirsiz tartışmaların yaşanması değil. Aksine hükümet programı yeterince açık, ekonomi alanında Mehmet Şimşek yönetiminde bütünlük sağlanmış ve Lütfü Elvan'ın reformlardan sorumlu kılınması ile birlikte yapısal adımların atılması gerçekçi bir zemine oturmuş durumda. Siyasi alanda ise hak ve özgürlükleri garanti altına alan, hukuk devleti mantığını hayata geçiren, denge denetleme açısından uluslararası normlara uygun bir anayasa arayışı olduğu açık. Bu konuda Cumhurbaşkanı ile Başbakan'ın fikir birliği içinde olduğu da biliniyor ve yapılan görüşmelerde teyit edilmiş durumda. Hedef 2019 seçimlerine yeni bir anayasa ve eğer kabul görürse yeni bir yönetim sistemiyle ulaşmak…
Ne var ki Türkiye'ye dışarıdan bakanlar bu olumlu tabloyu 'satın almakta' zorlanıyorlar ve söylediğim üzere hiç de haksız değiller. Bunun nedeni biri ekonomik diğeri siyasi iki spekülasyonun zihinleri bulandırması. Ekonomi alanındaki spekülasyon Merkez Bankası'nın muhtemel bir başkanlık sisteminde daha edilgen veya bağımlı bir rol oynayacağına dair söylentilerin dolaşması. Siyaset alanındaki dedikodu ise AK Parti'nin küçük partileri baraj altında bırakacak bir erken seçime gitmesi.
Açıkça söylemek gerekirse AK Parti yönetimi açısından bu iki beklenti de temelsiz. Başkanlık sistemi ile Merkez Bankası arasında herhangi bir nedensellik ilişkisi zaten olamaz. Yönetim yapınız ne olursa olsun isterseniz özerk, isterseniz bağımlı bir Merkez Bankası yaratabilirsiniz. Dolayısıyla yeni bir sistemle birlikte örneğin Banka'nın kurumsal konumunu ve idari bağlantılarını yeniden yapılandırmanız mümkün olsa da, yürüttüğü politikaların özerkliği bunun dışındadır. Erken seçim ise, parlamento hakimiyeti sağlasa bile, Türkiye'yi yönetilemez hale getirir ve parti yönetimi bunun bilincinde.
O halde bu belirsizliğin sebebi ne? Çünkü AK Parti içinde gerçekten de bunları yapmak isteyen, liderliği bu yönde etkileyerek kendilerine siyasi gelecek ve güç arayan kişi ve gruplar var. Yönetimin acil işi bu konularda açık tavrın konulması ve tereddütlerin kaldırılması olmalı. Aksi halde partiyi düzeysiz bir iç kavgaya rehin vermiş olurlar.