Türkiye iç ve dış politikanın tamamen birbirinden ayrı tutulduğu ve böyle varsayıldığı bir geçmişten geliyor. On yıllarca dış politikanın siyasi parti tutumlarından bağımsız bir devlet iradesini yansıtması gerektiğine inanıldı. İç politika ise askerin çizdiği çerçevenin ne kadar zorlandığına bağlı olarak dar bir hareket alanını ifade etti ve siyasi partiler bu dar alanda yer kapmaya çalıştılar. Soğuk savaşın bitmesinin ardından bunu değiştiren üç önemli faktör oldu. AK Parti'nin iktidara gelmesi, AB ile üyelik ilişkisinin yeniden başlaması ve Ortadoğu'daki yapay düzenin çökmesi.
Bunlar aynı zamanda ortaya çıkmadı. Önce AK Parti, bütün devirme girişimlerine karşı direnerek, iktidarını bürokrasiye ve imtiyazlı kesimlere kabullendirdi. Geliş gidişlerle dolu bu sürede son seçim yeni bir dönemin işaretini verdi. Birbirine razı ve birbiriyle ilişkide olabilecek kültürel kimlikler üzerinden yeni bir ortak geleceğin aranabileceği fikri nihayet hazmedilmeye başlandı. Öte yandan AK Parti hükümetleri AB üyelik sürecini bir kaldıraç olarak kullanmayı daha baştan denemiş ama AB içindeki dengeler nedeniyle fazla yol alınamamıştı. Bu süreçte yaşanan duraklama AK Parti'yi de zorda bıraktı ama bugünlerde yeni bir ivme yakalanabildi. Söz konusu yeni dönemin gerekçesi büyük ölçüde Ortadoğu'daki karmaşa ortamıyla alakalı. Bu bölgede bir yeniden biçimlenme kaçınılmaz gözüküyor ve bu süreçte etkili olmak açısından Türkiye ile AB'nin birbirine ihtiyacı var.
Bu tablonun göbeğinde ise Kürt meselesi yatıyor… Geçmişte askeri vesayetin temel dayanaklarından biri olan Kürt kalkışması, AK Parti döneminde barışa yönelinebildiği ölçüde sivil siyasetin meşruiyet kaynaklarından biri oldu. AK Parti'yi iktidardan düşürmek isteyenler barış sürecini durdurmayı, PKK ile AK Parti arasındaki iletişimi kırmayı hedeflediler. Diğer taraftan AB/Türkiye ilişkisinin olumluya yöneldiği dönemler Kürt meselesinin de siyaset üzerinden barışçı bir çözüme ulaşması ihtimalini yükseltti. Aksine AB ile uzaklaşma döneminde ise Türkiye'nin yalnızlaşması PKK'nın savaş diline dönmesini kendince rasyonel kıldı. Ortadoğu ve özelde Suriye ise tam ters yönde bir etki yarattı. Burada yaşanan gelişmeler Türkiye'nin giderek pasifleşmesine, etkisini yitirmesine neden oldu. Atılan her eksik veya yanlış adım PKK ve bölgenin diğer güçlü aktörleri tarafından Türkiye aleyhine kullanıldı. Bu zafiyetin Türkiye içine yönlendirilmesi ise AK Parti'nin çatışmacı bir stratejiye dönmesiyle sonuçlandı. Böylece reformlar ertelenirken, AB ile olan psikolojik mesafe de daha büyüdü.
Bu karamsarlık veren dengeyi bozan, yeniden olumluya çeviren unsur AK Parti'nin her şeye rağmen vazgeçmediği, belki de içgüdüsel bir itki ile tutunduğu 'insani' siyaset anlayışı oldu. Ortadoğu'dan gelen herkese kapılar açıldı. Esed'dnn, PYD'den ve DAEŞ'den kaçan Kürtler, Araplar ve Hıristiyanlar kendilerine yeniden yaşama şansı veren bir ülke buldular. Türkiye Batı dünyasının engelleyemediği ve belki de bir miktar tetiklediği insanlık trajedisini kendi toprakları üzerinde yumuşatmış, kabul edilebilir hale getirmiş oldu.
Bu ilkesel duruş bugün Türkiye ile AB arasındaki ilişkinin yeniden canlanmasına vesile olmakla kalmıyor, AK Parti'nin de yeniden reformlara dönmesini mümkün kılıyor. Böylece Kürt halkına yeniden el uzatmanın ve PKK'nın savaşı normalleştiren stratejisine direnebilmenin yolu açılıyor. Bu açılımın başarısı Kürt halkının olumlu değerlendirmesine muhtaç… Eğer başarılı olursa, bunun sonuçlarından biri PKK'nın Suriye'ye sıkışması, bir diğeri de Türkiye'nin AB'nin parçası olarak yeni bir döneme hazırlanması olacaktır.