Yazılarımdan birinde AK Parti'nin iktidarda iki kaygı ile davrandığını söylemiştim: Ayakta kalmak (survival) ve meşruiyet. 2002 ve sonrasında karşısında üç iç ve bir de dış siyasi aktör vardı: Asker, Gülen cemaati, PKK ve AB. Yeni hükümet askerle mücadele halindeydi ve PKK ile gerilim devam ediyordu. Dolayısıyla AK Parti ayakta kalmak için Gülen'le işbirliğine girerken, AB reformlarına sahip çıkarak da meşruiyet sağlamıştı. 2010 yılı civarında Gülen ile mesafe açıldı. Bu arada AB Türkiye'ye sıcak bakmamaya başlamıştı ve AK Parti'nin Gülen'le olan kavgada yargıya müdahale etmek zorunda kalması onu AB'den daha da uzaklaştırmıştı. Bu nedenle iktidar yüzünü diğer aktörlere çevirdi. Ayakta kalmak üzere bu kez askerle işbirliğine girildi ve meşruiyet ihtiyacı da Çözüm Süreci başlatılarak giderildi.
Haziran 2015 seçimlerine yaklaşılırken tablo değişmişti. Askerle mesafeli ilişki devam etmekle birlikte arada tam bir güven mekanizması yoktu. Gülen'le mücadele sürüyordu ve PKK da Suriye'deki imkânları kullanmayı hedefleyerek hükümeti zorluyor, alternatif bir kamu otoritesi gibi davranıyordu. AK Parti'nin yanında ne AB ne de ABD vardı. HDP anti-AK Parti koalisyonun parçası haline gelmiş, iktidarı devirmek üzere kampanya yapıyordu. Bu yalnızlaşma karşısında AK Parti tek çıkış yolu olarak parlamentoda kritik bir çoğunluğu elde etmeyi hedefledi. Böyle bir fırsat elde edilirse yeni bir anayasa yapılarak meşruiyet zemini sağlanacak, bu anayasa sayesinde gelecek olan başkanlık sistemi sayesinde de ayakta kalma garanti altına alınacaktı. Bu nedenle baraj yüksekte kaldı, Erdoğan 400 milletvekili istedi…
Ancak seçim çok farklı bir sonuç üretti. HDP barajı geçerken AK Parti tek başına iktidar olanağını da yitirdi. Seçim sonrasında oluşan siyasi atmosfer kısa zamanda nezaketli bir dile dönüş yapmıştı ama arka planda AK Parti üzerindeki tehdit artmış, yalnızlaşma akut bir hal almıştı. Anti-AK Parti koalisyon kalıcı bir özelikle göstermeye başlamış, PKK 'devrimci halk savaşı' ilan etmişti. Nitekim bugün iç siyasetteki en belirgin muhalefet duygusu 'ne pahasına olursa olsun AK Parti devrilmeli' şeklinde ifade edilebilir. Diğer bir deyişle Türkiye'de muhalefetin psikolojisi giderek demokratik teamüllerin dışına doğru kayıyor ve bu hedef Kürt meselesinde çözümsüzlüğü zorlayarak elde edilmek isteniyor.
Böyle bir tehdit karşısında iktidarların ne yapması gerektiği deneyimle sabit… İki önemli aktörün altını çizmemiz lazım: Asker ve ABD. AK Parti'nin ayakta kalmayı ve meşruiyetini hızla sağlaması gerekiyordu ve bunun sağlamlığı söz konusu iki aktörle olan bağın sağlamlığına bağlıydı... Ve hükümet epeyce başarılı bir hamle yaptı: ABD ile aylardır sürmekte olan görüşmeler anlaşma ile sonuçlanarak Türkiye'nin ABD desteğini yanına alması sağlandı. Bunun uzantısı olarak da Türkiye IŞİD'le savaşın asli unsurlarından biri olarak tescil edildi. O kadar ki ABD yetkilileri PKK kamplarının bombalanmasını meşru bulmanın ötesinde, Türkiye'nin uzunca bir süreden beri IŞİD'e harekât yapmak istediğini ama askeri koordinasyonun eksikleri yüzünden beklendiğini söylüyor.
ABD ile işbirliği aynı zamanda Türkiye ordusu ile de işbirliğini ifade ediyor ve AK Parti'nin ayakta kalmasını bizzat bu aktörlerin gözünde anlamlı ve işlevsel kılıyor. IŞİD'le savaş ise AK Parti'nin aradığı meşruiyeti sağlıyor. Bu 'ek' bir meşruiyet… Çünkü AK Parti halen ülkenin en çok oy alan siyasi hareketi ve ilk seçimde bu oyu artıracağı neredeyse kesin. Hükümetin hamlesinin anti-AK Parti cepheyi zayıflatıp marjinalize etmesi sürpriz olmaz… Bu da herkesin yeni bir AK Parti iktidarına kendisini hazırlaması gerektiğini söylüyor.