Son birkaç yılda ABD ile yaşadığımız krizleri alt alta yazmaya kalkarsak sonuç uzun bir tez görünümü alabilir. Ne kadar da sorunlu bir ülkeyiz, kaç yıllık müttefikimiz olan ABD'yle bile ilişkiler kopma noktasına geldi gördünüz mü diyenler oldu bu uzun süreçte. Ancak unuttukları daha doğrusu göz ardı etmeyi tercih ettikleri bir durum vardı. Bu krizlerin neredeyse tamamı ABD'nin tutumundan ve eylemlerinden kaynaklıydı.
Gezi sürecinden 17/25 Aralık yargısal darbe girişimlerine, 15 Temmuz'daki rolünden (bu rol kimilerince abartılıp kimilerince hep küçümseniyor ancak Türkiye'nin 90 yıllık serüveninde böylesine bir olayın ABD ile ilişkisiz olmayacağını her aklı başında mürekkep yalamış da bilir) FETÖ'yü koruyup kollama ısrarına, Türkiye'yi gayri meşru ve gayri hukuki bir şekilde yargılamaya kalkmasından PKK/YPG'ye verdiği hem siyasi hem de silah desteğine, Türkiye'ye satmak istemediği silahlardan medyası ve düşünce kuruluşlarıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı yürütülen kirli propagandaya, Vize krizinden büyükelçilerinin üslup sorununa kadar aklınıza gelen her krizin sebebi, ilişkinin diğer tarafında duran ABD oldu hep.
Ülkemiz, neredeyse kuruluşundan bu yana hep bağlı/bağımlı olduğu ABD'nin ileri karakolu olmaktan, her dediğini yapmaktan başka çaresinin olmamasından kurtulmaya başladığı bir süreci yaşıyor son birkaç yıldır. Bunun adına da bağımsızlaşma diyoruz. Ve bu zorlu yolda onurlu bir yürüyüşü gerçekleştiriyoruz halk olarak da devlet olarak da. Zira başta ekonomik, siyasi, askeri vd. birçok alanda bağımlı olduğumuz bir gücün etkisinden eşit ilişki kurmaya doğru bir yol almaya çalışıyoruz. Burada anahtar kelime tam da bu; eşit ilişki.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ABD'yi sürekli madara etme, alt etme gibi bir takıntısı yok. Bu, diğer ülkeler için de geçerli. Bizim tek çabamız eşit ilişki kurma irademizin artık dış politikamızın temel belirleyicisi olması. Dolayısıyla ABD, kendileri ile yaşanan tüm krizlerin arkasında bu eşit ilişkinin tesis edilmesinin sancılarını yaşıyor. Krizleri isteyen yada yaratan taraf olmadığımız gibi bunların çözülmesi için rasyonel bir strateji izlemekten de geri durmuyoruz. Bunun en somut örneği ABD'nin YPG'ye silah verme ve meşruiyet kazandırma politikasına karşılık ortaya koyduğumuz eylem ve söylemlerdir. İşte tam bu noktada ABD Savunma Bakanı, ABD Başkan'ının Güvenlik Danışmanı ve ABD Dışişleri Bakanı ile yürütülen birebir, bunun dışında da sahada askeri ve medyada da diplomatik olarak yürütülen bir süreç var.
Bu süreç, Türkiye'nin yapıcı bir ilişki kurma çabası olarak okunmalıdır. Türkiye ne bu konuda ne de misal AB konusunda duygusal bir politika izlemiyor. Dolayısıyla meseleleri sorunları çözmek için çaba harcıyor. Kestirip atmak Türkiye'nin çıkarlarına uygun değil elbette. Hükümeti rasyonel siyaset izlememekle yada reel politik olmamakla suçlayanların, bu süreçte ABD ile olan ilişkileri, söylemleri, gelişmeleri, siyasilerin duruşlarını iyi irdelemeleri gerekiyor. Zira bu sürecin bizatihi kendisi çok iyi bir örnek teşkil ediyor.
Afrin meselesi sadece YPG, Suriye veya bu bağlamdaki diğer meselelerle ilişkili değil. Bunların çok daha ötesinde bir çıkışı, duruşu ve siyaseti içeriyor. Nedir bu? Türkiye, kendi ayakları üzerinde duran, kendi çıkarları için farklı ittifaklar içerisine girebilen, ilişkide olduğu devletlerle eşit ilişki kuran ve bu yönde de her adımı atmaktan geri durmayan bir yeni siyaset izliyor. Dolayısıyla Zeytin Dalı Operasyonu'ndan çıkacak sonuç Türkiye'nin bu yeni siyasetinin de başarılı olup olmadığını bize gösterecektir. Dolayısıyla son askeri operasyonu, bununla birlikte yürüyen tüm diplomatik adımları ve siyasilerin söylemleri iyi değerlendirilmelidir.
Rusya, ABD ve diğer tüm aktörlerle satranç tahtasında zorlu bir mücadelenin içindeyiz. Ne kimse sonsuza kadar müttefikimiz ne de düşmanımız bu durumda. ABD ile görüşme sonrası Türkiye'nin Afrin'de kimyasal silah kullandığı yalanını Rusya merkezli medya organları duyurdu. Bu haberin yalanlanması da neredeyse Türkiye'den daha önce Beyaz Saray'dan geldi. Esad'ın Afrin'e doğru gidişi ile ABD ile görüşmeler eş zamanlı iken, Rusya ve Esad'ın Suriye'de sivillere yönelik katliamları da yine aynı dönemin ürünü.
Türkiye, artık filler tepişirken arada ezilen çim değil. Türkiye artık bu fillerle aynı anda dengeli bir şekilde, sömürgeci güçlerin değil, kendi ve bölge halklarının çıkarına yönelik bir siyaset izlemeye çalışıyor. Bu siyaseti de sahada da güçlü durarak yönetiyor. İçeride de sağlam durursak hem ülkemiz adına hem de bölgedeki mazlumlar adına çok büyük bir kırılmayı gerçekleştirmeyi başaracağız.
Yüzyıllık kırılma, kendine gelme, dirilme sürecinin sancılarını yaşıyoruz. Ancak bu süreç henüz başlıyor. Artık bu kadar gerilim politikası yeter, biraz alttan alalım, ülkelerle boğuşmayalım, kutuplaşmayalım türü söylemlerin bir anlamı da yok zemini de. Zira ne bu krizleri çıkaran Türkiye ne de yüz yıl önce bölgeyi cetvelle ayıran, dizayn eden ve kukla liderlerle yönetilmesini sağlayan ülke Türkiye. Nefes almak için mücadele ediyoruz. Bu mücadelenin sonu nereye giderse kaç yıl sürerse bunun peşinden gitmekten başka da çaremiz yok. Sadece kendimiz için de değil, Müslüman coğrafyada huzurlu, kendi kendini yönetebilen, zenginliklerini kendileri için kullanabilen, halkların, mazlumların taleplerini yerine getirebilen tek bir yönetim yok. Bu kırılmanın başlangıcı bizim ülkemizdir. 15 Temmuz'da bunu tüm dünyaya gösterdik madem, bunun arkasında da duracağız. Yoksa o gece verdiğimiz şehitlere ve onların yetim çocuklarına hesap veremeyiz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sırtındaki yükü azaltmak için hepimize çok görev düşüyor. Zira bu sadece onun meselesi değil hepimizin derdi olmalıdır. Milyonlarca insan gözünü dikmiş bizi izliyor ve bu mücadeleden başarıyla çıkmamız için dua ediyor. Mücadele yeni başlıyor.