Alper Görmüş

01 Mart 2013, Cuma

Yaşadığı hayat kendi hayatı olmayan adam

“Yaşadığım hayat benim hayatım değil” diyor bütün açıklığıyla... Acaba hayatını, kendisini sevenlerin kendisinden beklentileri doğrultusunda kuran birinin düşünce dünyası bu tercihten nasıl etkilenir?

Kadir İnanır, yatılı ortaokul yıllarımda etüt abimdi...

O yaşıma gelinceye kadar benim tanıdığım bütün sert büyükler şefkatsiz, bütün şefkatli büyükler de yumuşaktı. Kadir abiden önceki iki etüt abim de bu bilgiyi teyit eden karakter özelliklerine sahipti: Birincisi sert ve şefkatsiz, ikincisi yumuşak ve şefkatliydi.

Yıllar boyunca ezber ettiğim bu bilgi nedeniyle, Kadir abiyi bir yere oturtamamıştım; çünkü sertti ve şefkatliydi...

Bu bileşim, hiç kuşkusuz şefkatsiz sertliğe kıyasla daha az örseleyiciydi. Fakat bize sanki bu bileşimin Kadir İnanır versiyonunda daha farklı, fazladan bir şey varmış gibi gelirdi; öyle ki, sertliğinin örseleyiciliğini hemen hiç fark etmezdik. Ben bunu, Kadir ab'yle ilk tanışmamızda pratikte de tecrübe ettim:

Sınıf mümessili, her zaman olduğu gibi "konuşanlar"ı tahtaya yazmıştı... Merakla beklediğimiz yeni etüt abimiz içeri girdi, bizi tahtanın önünde sıraya dizdikten sonra, her birimize ne halt ettiğimizi sordu... Ben en sondaydım, bana gelene kadar herkes "konuşmadığını", mümessilin yanlış gördüğünü falan söyleyerek savundu kendisini. Hepsi birer tokatla yerlerine gönderildi.
Sıra bana geldi, "sen ne yaptın?" diye sordu, ben de "konuştum" dedim. Kadir abi bana tokat atmadı, "geç yerine" dedi...

Birkaç gün sonra ben yine tahtadaydım ve bu defa başlardaydım... Benden önceki birkaç kişi "konuşmadıklarını" söylediler ve birer tokatla yerlerine geçtiler. Ben "konuştum" deyince, "yoo", diye mukabele gördüm bu kez, "öyle her seferinde kurtulmak olmaz..."

Ve tokat geldi...

Böyle bir sahnede, takdir edersiniz ki asıl örseleyici olan, arkadaşlarınızın sizi "taktiği" bu defa tutmayıp tokadı yemiş biri gibi algılamaları olacaktır... Fakat Kadir abi bunu hissedip, tokattan önce bu algıyı ortadan kaldıracak birkaç şey daha söyledi... Benim, dayaktan kurtulmak için taktik icabı değil, yalan söyleyemediğim için öyle davrandığımı bildiğini, fakat yine de "adalet" gereği bunu yapmak zorunda olduğunu söyledi ve tokadı çaktı...

Benim için asıl önemli olan tokattan önce söyledikleriydi; o nedenle tokada hiç aldırmadım.

Yeniyetme yıllarımdakine benzemeyen bir Kadir İnanır

Bu hikayeyi anlattım, çünkü ortaokul döneminden sonra yıllar boyunca uzaktan izlediğim Kadir İnanır'ın benim yeniyetme yıllarımın Kadir İnanır'ına pek benzemediğini ancak onun yardımıyla anlatabilirdim... Şaşkındım açıkçası; sanki, karakterinin bir parçasını oluşturan sertlik, sert bir kabuk gibi merkezdeki şefkat çekirdeğini tümüyle kaplamış, onun ortaya çıkmasına engel oluyordu. Kamuoyuna yansıyan o sertlikte suni bir şeyler olduğu benim için muhakkaktı, keza onu tanımayanlar da ünlü gülümsemesine bakıp benzer bir sonuca varıyor olmalıydılar: Çünkü öyle gülen biri o kadar sert olamazdı!

Bu, bence de doğru bir ölçüydü... Onun ünlü olmadan önceki, 20'li yaşlarındaki halini bilmiyor olsaydım, aynı ölçüyü kullanarak ben de aynı sonuca varırdım. Peki, neydi bu değişime yol açan şey? Ben, Kadir İnanır'daki bu büyük değişimin anahtarını, onun "kendi tercihim" dediği, hayatını onu sevenlerin ondan beklentileri doğrultusunda kurmasında buluyorum... 2005'te Akşam gazetesine verdiği bir söyleşide "yaşadığım hayat benim hayatım değil" demişti açıkça.

Bu, benim anlayabileceğim bir şey değildi, keza gerekçesi de aklıma hiç yatmamıştı:

"Toplumun çok yakından takip ettiği, kültürel değerlerine son derece saygılı, onu da kendi benliğinize oturtmuş, özleştirmiş bir insan olarak var olmak istiyorsanız bu yaşantının dışına çıkamazsınız, bunu kendim tercih ettim."

Kadir İnanır'ın "kendi ol(a)maması"nı her fırsatta anlatmasında biraz da kendi kendini ikna çabası var gibi geliyor bana... Sanki içinin bir yerlerinde bir uhde kalmış da, ara ara onu çıkarıveriyormuş gibi...

En son geçtiğimiz yaz aylarında, ağır ameliyatlar dizisinden sonra Sabah'tan Şirin Sever'e verdiği söyleşide de karşımıza çıkmıştı bu tema:

- Yıllardır bütün insanların gözlerinin üzerinizde olması, böyle yaşamak yorucu değil mi?
- Yorucu tabii, işin en zor kısmı da o zaten.
- Bunca yıl nasıl baş ettiniz bununla?
- Büyük fedakarlıklar yaparak…
- Peki, o fedakarlıkları yaparken kendinizi nasıl mutlu ettiniz?
- İçki içiyorduk, sigara içiyorduk işte (gülüyor). Baştan anlattım ya, bu zararlı alışkanlıkların böyle bir faydası vardı.
(...)
- Erteledikleriniz, pişmanlıklarınız, özledikleriniz yok mu hiç?
- Olmaz olur mu, çoook…

Acaba hayatta neleri yapmak istedi de yapamadı?

Bu soru tabii herkes için sorulabilir, fakat imajını korumayı hayatının en önemli önceliklerinden biri haline getirmiş insanlar söz konusu olduğunda, sorunun cevabı daha büyük bir merak uyandırır...

Kadir İnanır, tabii ki bu soruya cevabı merak edilenler listesinin ilk sıralarından birini işgal ediyor.

Hakikaten: Kadir İnanır'a bir gün bu soru sorulsa, o da bir samimiyet krizine girip bu soruya açık bir cevap verse...
Anılarını yazıyormuş, yakında bitecekmiş. Belki bu soruyu kitabında kendi kendine sorar ve cevabını da verir...

Hatta şöyle diyorum ben: Yıllar boyunca bu kadar merak uyandırdıktan sonra bu sorunun sorulmadığı, cevabının da hakkıyla verilmediği bir Kadir İnanır kitabı kesinlikle eksik kalacaktır.

"Böyle Gitmez!"


1995'te, meslekten de İstanbul'dan da sıdkımın sıyrılıp üç yıllığına Ayvalık'a yerleşmemden hemen önce, yollarımız Kadir İnanır'la bir kez daha kesişti. Ben soğumuştum ama, gazetecilik tahsil etmesine rağmen mesleği hiç icra etmeden başka sulara dalan Kadir İnanır büyük bir hevesle pratik gazeteciliğe ilk adımını atıyordu: "Böyle Gitmez!" Kanal D'de haftada bir gün yayınlanan televizyon programı "Böyle Gitmez"in hazırlık döneminde Kadir İnanır'la birkaç ay birlikte çalıştık. Onun, siyasetle, söyleşilerine yansıyandan çok daha fazla içli dışlı olduğunu da o birkaç ay içinde öğrendim.

Ne yalan söyleyeyim, o dönemden devşirdiğim sonuç, İnanır'ın merkezinde devletçiliğin (salt ekonomik anlamda değil), laikliğin ve anti-emperyalizmin yer aldığı; bu arada liberal siyasetleri de "halk düşmanlığı" olarak gören modası geçmiş bir solculuğun sanat dünyasındaki temsilcilerinden biri olduğuydu...

Fakat sık sık, bu genel çizginin dışına çıkan ve aslında kendi kendisiyle çelişen görüşleriyle beni şaşırttığını da hatırlıyorum. Sanki özel hayatında "kendisi ol(a)mama"ya benzer bir süreç burada da işliyor, siyasi yaklaşımlarının bir bölümünü kendisine saklıyor, onlar da zaman zaman "lapsus"lar halinde ortaya seriliveriyordu. Fakat doğrusu, onun solculuğuna rengini veren temel parametreleri biliyor olsam da, bu solculuğun, iki yıl önceki "Silivri'ye bin selam" noktasına varabileceğini hiç düşünemezdim: "Toplumumuzun gelişmesini istemeyen emperyalist güçlerin bir oyunu olduğuna inanıyorum. Silivri'deki yurtseverlere selam olsun..."

... Ve Kadir İnanır, geçtiğimiz günlerde herkesi çok şaşırtan "Kürt sorunu" çıkışıyla ortalığı bir kez daha karıştırdı. Ben, yukarıda anlattıklarım nedeniyle fazla şaşırmadım; Kadir İnanır'ın kendi kendisiyle çelişen görüşleri aynı anda savunabildiğini (ve bunun farkında olmadığını) biliyordum. Bir polisi canlandırdığı "Komiser Şekspir" filmindeki dayak sahneleriyle ilgili bir soruyu şöyle cevaplandırmıştı:

"Ben elbette işkenceyi savunamam. Bu insanlık tarihinin bir ayıbıdır diye düşünüyorum. Ama 'iyilikten anlamayanın hakkı kötektir'' diye düşündüğümü de bilin." Mesela bu sözlerin yansıttığı bir zihniyetin, büyük bir olgunluk ve cesaretle dile getirdiği bizim Kürt meselemizin kaynaklarıyla akraba olduğunun da farkında değil. Fakat yine de "Helal sana Kadir Abi" diyorum ben.

SON DAKİKA