Ekonomistler diyor ki: "Türkiye'nin makul bir seviyede kalkınması için her yıl 50 milyar dolar dış kredi alması gerekir."
Aslında 50 milyar dolar bulmak zor değil. Ancak 50 milyarı kaça alacağız? Nihayetinde paranın da bir fiyatı var.
Eğer borcun faizi yüksek olursa... Daha fazla vergi vereceğiz ve malları daha pahalıya alacağız demektir.
Verginin artması ve hayatın pahalılaşması... Yaşlanan otomobili değiştirememek, ev taksitine girememek, çocuğu özel okula verememek, yeni mobilyalar alamamak... Hatta yoksul ve dar gelirli vatandaşlarımız için eve bir ekmek daha az götürmek demek.
Tabii bir de dış yatırımcı meselesi var. Adam gelecek, burada yatırım yapacak... Veya zaten yapmış, işini geliştirecek... Böylece işsizlik azalacak.
Peki, yabancı parayı Türkiye'ye getirenler neye bakıyor?
En önemli ölçüt risk... Faizi ve anaparayı ödeyememe veya geciktirme ihtimali varsa borç şartları ağırlaşıyor. İtibarı yüksek, güvenilir bir "müşteri" iseniz, faiz oranı daha düşük oluyor.
Para getiren yabancı risk hesabı yapıyor. Mesela kâr transferi rahat mı? Bir anlaşmazlık halinde mahkeme süreci kısa ve adil mi? İşte bu ilişkiler sisteminde AB çok önemli konumda. Çünkü AB, diğer özelliklerinin yanı sıra, borç verenler veya yatırım yapanlar açısından riski azaltan, garantiyi yükselten bir hukuk sistemi...
Kuvvetler Ayrımı prensibi sayesinde siyaset, bağımsız yargıya müdahale edemiyor. Dolayısıyla yabancı yatırımcının mağdur olma ihtimali düşük.
Özetle Avrupa Birliği, borç verenlere ve yatırımcılara, "Merak etmeyin Türkiye'de paran güvende olur" diyen bir garantör pozisyonunda...
Ancak Ankara, çeşitli konularda Avrupa Birliği yöneticileri ve üye ülkeleriyle atışıyor. Yani en önemli garantörümüzü elimizin tersiyle itiyoruz.
Türkiye-AB ilişkileri düzelmezse... Alacağımız krediler daha pahalı, dıştan gelecek yatırımlar ise daha az olacaktır.
Dolar artıyor... İşsizlik yükseliyor... Bunlara bir de Rusya ekonomisinin giderek krize girmesini eklerseniz... Sizi bilmem ama benim moralim giderek bozuluyor.