İktisat hocası Ahmet İnsel, siyaset biliminde geçen ama bizim medyada pek kullanılmayan bir kavramı gündeme getirdi: "Sezaropapizm".
Frenklerin "Caesaropapism" dedikleri bu kavram, Sezar (imparator, kral, sultan, devlet yöneticisi) ile Papa (Kilisenin başı, ruhani lider) kelimelerinin bir araya getirilmesinden oluşuyor.
Kavramın tanımını kısaca şöyle yapmış İnsel: "Dini temaları siyasete malzeme yapmanın adı değildir sezaropapizm. Siyasal iktidar mevkiinde oturan kişinin, dini konularda değerlendirmeler yapması, fikir yürütmesi hatta yargıda bulunmasıdır."
Bize uyarlanabilir mi?
Alman sosyolog Max Weber'in ortaya attığı bu kavram, elbette tarih içinde, değişik dönem ve devletlerde farklı tonlarda karşımıza çıkıyor.
Ortak nokta ise o eski ilişkinin tersine çevrilmiş olması: Siyaseti temsil eden, dini temsil edenlerin üstünde yer alıyor.
Peki acaba bu kavramı Türkiye'ye nasıl uyarlayabiliriz?
Madem devlet bünyesinde koskoca bir Diyanet teşkilatının bulunduğu... Oy verenlerin çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu... Dolayısıyla o kitlenin içinden çıkan siyasetçilerin de, meşruiyet kazanmak için dine bolca gönderme yaptığı bir ülkede yaşıyoruz.
O halde şöyle bir ayrıma ne dersiniz: Fetvalı Siyaset ve Fetvacı Siyaset...
Karizmaya ehliyet gerekmez
İlk tabir siyasetçinin herhangi bir konuda karar vermeden veya harekete geçmeden önce, dini makamdan fetva almasını anlatıyor...
Mesela Meclis Başkanı Cemil Çiçek, "Meclis'e cemevi yapılsın" talebine cevap vermeden önce bu konuda ulema (din alimleri) ne diyor, diye araştırmıştı. Bu noktada o Fetvalı Siyaset yapıyordu.
İkinci tabir ise "Sezaropapizm"e denk düşüyor: Siyasetçinin bizzat din alimiymişçesine, sanki ulemanın üyesiymiş gibi bir söylem geliştirmesini anlatıyor.
Siyasetçi dine akademik anlamda vakıf olduğu için değil, dindar olduğu için bu hakkı kendisinde görüyor: "Madem dindarım, o halde söylediğim din dairesindedir." İşte buna da Fetvacı Siyaset diyebileceğimizi düşünüyorum.
Diyanet'in meteorolojisi
Aslında çok da yeni bir durumla karşı karşıya değiliz. Türkiye'de Diyanet, siyasetçilere ve bürokratlara nadiren mırın kırın etmiş ama doğrudan diklenmemiştir.
Bugün yazarı Adem Yavuz Arslan dün dolaylı olarak buna değinmişti. Arslan, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'e kurumun 2005'teki misyonerlik karşıtı hutbesini hatırlatmış.
Hatırlayalım: Hutbe için bu konunun seçilme nedeni, tamamen derin devletin operasyonlarıyla ilgiliydi. 2003'te başlayıp yaklaşık olarak 2008'e kadar devam eden kampanya yüzünden Trabzon'da Rahip Santoro, İstanbul'da Hrant Dink öldürüldü. Malatya'da Zirve Kitabevi katliamı yapıldı.
Diyanet'in o kanlı operasyonlara alet olmasını, Başkan Görmez, "Galiba biz de o havadan etkilenmişiz" diye yorumlamış.
İşte olay bu zaten! Ve tabii soru geliyor: Diyanet'in şimdilerde de birtakım rüzgârlardan etkilenmeyip, tamamen nesnel kararlar verdiğinin bir delili, işareti, ölçütü var mı?
Sorduğuma bakmayın, cevap belli: Diyanetçiler neticede birer devlet görevlisi değil mi? Karşılarına karizma ve dindarlıkla çıkan Fetvacı Siyasete itiraz edebilirler mi?