Boğaziçi Üniversitesi siyaset bilimi hocalarından Prof. Binnaz Toprak, Başbakan Erdoğan'ın " Türkiye referandum kültürüne alışmalı " sözünü eleştiren bir yazı kaleme aldı. ( Radikal, 12 Ekim )
Toprak, "Siyaset bilimi literatüründe bu tartışma ' doğrudan demokrasi' ile ' temsili demokrasi' arasındaki farklarla bağlantılı ele alınır" diyor...
Ardından da ' halkoylamalarına' dayanan yönetim biçiminin sakıncalarını tarihten verdiği örneklerle ortaya koyuyor. Lafını bağlarken de, özetle "Bizim referandum kültürüne değil, asıl konsensüs ( mutabakat, uzlaşma ) kültürüne alışmamız gerekiyor" diyor.
Hocamızın bir de "pratik" önerisi var: "Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini referanduma sunma ısrarından vazgeçmelidir."
***
Ben, Binnaz Toprak ve onun gibi düşünenlerin, tüm kaygılarını anlıyorum, gayet makul buluyorum ve bunların birçoğuna katılıyorum.
İşi doğrudan doğruya halka bıraktığınız zaman, son derece olumsuz sonuçlar da alabilirsiniz.
Siyaset bilimi ve uluslararası sorunlar konusunda uzmanlaşmış Hindistan kökenli ABD'li gazeteci Fareed Zakaria, Türkçeye de çevrilen ' İlliberal Demokrasi' (Kırmızı Yayınları) başlıklı kitabında bunun çarpıcı bir örneğini verir:
"Eğer Amerikan halkına bırakılsaydı, sayıca az olan zenciler, asla demokratik haklarına kavuşamazdı."
Ancak Binnaz Toprak gibi düşünenler, sorunu " tek yönlü " ele alıyor. "Tek yönlü" derken şunu kastediyorum:
Onlara göre hükümetin ya da çoğunluğa sahip partinin başlıca amacı, elindeki iktidarı çoğaltmak. Bir " aşırı güç yoğunlaşması " sağlamak...
Gerçekten de iktidar sahiplerinin böyle bir eğilimi vardır. Hele Türkiye'de! Hatta partileri geçtik... Spor kulüpleri gibi gönüllü kuruluşlarda bile aynı "güç yoğunlaşması" karşımıza çıkıyor.
***
Ben de tam bu noktada, şunu soruyorum: Mesele bundan mı ibaret? Yani halkoylamasına gitmenin tek amacı, güç yoğunlaşmasını sağlamak mı?
Yoksa halkoylaması, aynı zamanda başka bir iktidar odağına karşı alınmış bir tedbir, bir savunma aracı mı?
Bence işin böyle bir yönü daha var ve Binnaz Toprak gibi düşünenler kaygılarında haklı dahi olsalar, olayın "o tarafını" kurdukları denkleme dahil etmiyorlar.
***
Hükümetin ya da çoğunluk partisinin kendini savunmak zorunda hissettiği " öteki iktidar odağı " nedir, kimdir?
Buradaki anahtar kavram ' juristocracy'dir.
Bu kavramı Türkçeye, " yargıç devleti " ya da " yargıç iktidarı " diye çevirmek mümkün.
"Yargıç iktidarı ", yüksek yargı mensuplarının (mesela anayasa mahkemesi üyelerinin) " teknik " bir faaliyette bulunmaktan çıkıp, " siyasi karar verici " haline gelmelerini anlatan bir kavramdır.
Eski Cumhurbaşkanı Sezer, " Anayasa Mahkemesi, siyasi iktidar karşısında, denge rolü oynamalıdır " dediğinde, işte o 'yargıç iktidarını' veciz bir biçimde ifade ediyordu.
'Yargıç iktidarı' Türkiye'ye has bir durum değil. ABD'den İsrail'e, Kanada'dan Yeni Zelanda'ya, yüksek yargı kuruluşlarına sahip bütün ülkelerde bu eğilimi görüyoruz.
Bizde son olarak 367 kararında bu yargıç iktidarı kendini apaçık ortaya koydu. Hem de hukuku, mantığı, aklı ve temayülleri hiçe sayarak koydu...
Üstelik bu yargıç iktidarı tek başına da hareket etmiyor. Üniversitelerden, sivil bürokrasiden, entelektüellerden ve ordudan da destek alıyor.
Meclisler, hükümetler ya da çoğunluk partileri de, kendilerine rakip olan bu alternatif iktidarı aşabilmek için çeşitli yöntemlere başvuruyorlar. Halkoyu da işte bu yöntemlerden biri...
Ben 'yargı iktidarı' kavramını denklemin içine sokmadan yapılacak bir değerlendirmenin ciddi biçimde eksik kalacağını düşünüyorum.
Ancak Binnaz Toprak ya da Şahin Alpay gibi referanduma karşı çıkan entelektüeller, 367 sorununu bizzat yaşamalarına rağmen, yorumlarında 'yargı iktidarı' kavramını (ya da benzeri bir yaklaşımı) kullanmıyorlar.
Sormak gerek: "Bu" iktidardan (hükümet, vs.) çekiniyorsunuz... Peki ama "öteki" iktidardan (juristocracy) niye hiç söz etmiyorsunuz? Bu iktidarı " kötü ", öteki iktidarı ise " iyi " bulduğunuz için mi?
Sanırım burada bir kör nokta var!