Son zamanlarda sık sık dile getirilen bir tez var. Deniyor ki " Sadece Türkiye değil, tüm dünya muhafazakarlaşıyor. "
Örneğin Sabah Pazar'a konuşan, Bilgi Üniversitesi'nden sosyolog Prof. Arus Yumul da aynı tezi öne sürüyordu.
Diğer ülkelerdeki durumu bilmiyorum ama Türkiye'nin muhafazakarlaştığı iddiasına ben kocaman bir soru işareti koyuyorum.
" Muhafazakarlık " siyaset biliminde hararetli tartışmalara yol açmış bir kavramdır. Hem de yüzyıllar boyunca...
Ben bu tartışmalara girmeden, muhafazakarlığın Türkiye'deki en önemli bileşenlerinden biri olan dindarlığı konu edineceğim.
Soru şu: Türkiye nüfusu, diyelim ki 50 yıl öncesine göre daha mı dindar?
Faraza 50 yıl önce toplumun yüzde 40'ı dindardı da, bu oran şimdi yüzde 60'a mı çıktı?
Ya da düne kadar dinle alışverişi olmayan insanlar giderek dindar hale mi geliyor?
Eğer öyleyse...
Nasıl oluyor da cuma ve bayram namazları haricinde camiler dolmuyor? Bunu ben söylemiyorum, yakınan bizzat Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu !
Nasıl oluyor da başını örterek sokağa çıkan kadınların oranı
1999'dan 2006'ya kadar geçen sadece 7 yılda yüzde 70'lerden yüzde
60'lara (yani 10 puan!) düşüyor?
Bu ne biçim dindarlaşma?
***
Bence "toplumun dindarlaşması" diye adlandırabilecek bir durum yok !
Peki ne oluyor?
Olan şu:
Dindar insanlar eskiye nazaran çok daha etkin bir biçimde ekonomik, siyasi ve kültürel yaşama katılıyor.
Bu katılım, zengin ve çeşitli medya ortamı sayesinde görünür ve işitilir hale geliyor.
Yani... Eskiden olsa köyünde, kasabasında ya da küçük Anadolu
kentinde yaşayıp gidecek... Devlet açısından sadece vergi alınmaktan ya da askere çağrılmaktan başka bir önemi olmayan... Siyasetçilerin oy talep etme haricinde pek önemsemediği... Sosyologların kapısını nadiren çaldığı " dindar kitleler " artık ekonomiye ve siyasete katılıyor.
Onlar katıldıkça... Yani siyaseti ve ekonomiyi etkileyen birer " aktör " haline geldikçe... Medya da ister istemez projektörlerini bu yeni simalara çeviriyor.
Yeni aktörler tüm inançları ve yerel kültürleriyle birlikte ulusal planda görünür hale geldikleri için de, bazıları bu durumu "toplumun dindarlaşması" sanıyor.
Uzun yıllar ekonomide, siyasette ve medyada hakim olan "eski aktörler", kendileriyle dişe diş mücadele eden bu kesimleri karşılarında görünce; " yeşil sermayeden ", " şeriatçı politikacılardan " ve " dinci basından " yakınmaya ve korkmaya başlıyor.
Hadi onlar sıradan insanlar... Değişimi kavramalarını onlardan bekleyemeyiz.
Peki ya pozitivist sosyolojinin " at gözlüğüyle " araştırma ve analiz yapmakta ısrar eden sosyal bilimcilere ne demeli?
Onların "işi, görevi, uzmanlığı" şu toplumu anlamak ve açıklamak...
Ancak yeni aktörler karşısında "muhafazakarlaşıyoruz" demenin ötesine geçemiyorlar.
Halbuki bu toplumun büyük çoğunluğu zaten muhafazakardır. Dünden bugüne " artan, çoğalan, yayılan " bir muhafazakarlık değil söz konusu olan...
Yaşamakta olduğumuz süreç; babası, dedesi birer " dindar köylü " ya da " dindar esnaf " olan oğulların, torunların para kazanarak ya da iyi bir eğitimden geçerek, " Bu toplumun ekonomisinde ve yönetiminde artık biz de varız " demeleridir.
Peki hiç mi fark yok? Var!
Fark şurada: Eskiden para kazanan ya da iyi eğitim alan muhafazakar Anadolu çocukları, oyunu, İstanbul sermayedarlarının ya da Ankara bürokrasisinin koyduğu kurallara boyun eğerek oynardı. ( Sabancı Ailesi ya da Süleyman Demirel gibi...)
Şimdi ise kendi kurallarıyla oynamak istiyorlar.
Ve ilginç olan şu: Yeni aktörlerin oyun tarzı, küreselleşen dünyanın kurallarıyla daha fazla örtüşüyor!