Mümkün olduğunca az konuşmak, müzik dinlemek ve manzaranın tadını doyasıya çıkarmak... Şubat ayının ilk haftası Kapadokya'da geçirdiğim üç günü böyle özetleyebilirim. Kapadokya zaten çok sevdiğim bir bölge. Ama kış mevsiminde hiç ziyaret etmemiştim. Argos in Cappadocia'nın daveti üzerine şubat ayının ilk pazar gününe karla kaplı Kapadokya'da 'merhaba' dedim. Volkanik tüflerin oluşturduğu ve uzun yıllardır şekillenmeye devam eden peribacalarıyla ünlü Kapadokya'nın yazılı tarihi Hititler'e kadar uzanıyor. Binlerce yıl önce yer altı şehirlerinin oyulduğu bu topraklar tarihte Selçuklu'nun kalbi olarak da biliniyor. Persler buraya "Güzel Atlar Ülkesi" demiş ama yılkı atları kadar vadilerde kanat çırpan güvercinleri de çok güzel.
MAĞARALAR, TÜNELLER
Argos in Cappadocia, Uçhisar köyünde yer alıyor. Uçhisar, devasa bir kaya bloğuna oyulu binlerce mağaradan oluşan, yeryüzünün en büyük manastır mekanlarından biri. Restorasyon çalışmalarına 1996 yılında başlanan otel ise, mağara odaları da içinde bulunduran yedi konak ve sosyal tesislerden oluşuyor. Konakların altında ise kilometrelerce uzayıp giden yeraltı tünelleri bulunuyor. Aslında buraya otel demek haksızlık olur. O yüzden biraz daha bahsetmek istiyorum. Otelin odalarıyla sosyal tesisleri arasında mesafe olmasından dolayı kendimi kaldığım üç gün boyunca küçük bir kasabada dolaşıyormuş gibi hissettim. Otelin 51 odası da birbirinden farklıydı.
Ben alt katta yatak odası ve banyonun bulunduğu, üst katta ise şömineli oturma odasının yer aldığı iki katlı bir odada kaldım. Televizyonun olmadığı odada çok sevdiğim bir markanın ses sistemini görmek tatlı bir sürpriz oldu. Hava soğuk olduğu için terasın keyfini uzun uzun çıkaramasam da sabah ve akşam yağan karı izlemeye mutlaka vakit ayırdım. Sabahları mis gibi havada, karla kaplı sokaklarda yürüyerek kahvaltının servis edildiği Seki restorana gitmek, oradan çıkıp otelin lobisinde kısa bir kahve molası vermek rutinim oldu. Pencereden usul usul yağan karın bir örtü gibi üzerini kapladığı Erciyes Volkanı ve katman katman giden vadilerin oluşturduğu manzaraya bakarken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım.
İZLEMEK VE DİNLEMEK
Akşam yemeklerini 2000 yıllık tarihi Bezirhane'de ya da Şapel'de yemek ise büyüleyiciydi. Binlerce yıl önce ibadethane olarak keşişleri barındıran, zaman içinde yerel halk tarafından farklı amaçlarla kullanılan Şapel'in bahçesinde yakılan ateşin başında nefes kesen manzara eşliğinde ısınırken kafamı gökyüzüne kaldırıp onlarca yıldızla karşılaştığım geceyi uzun süre unutacağımı sanmıyorum. Bezirhane'de akustik konserler de düzenleniyormuş ama ben ne yazık ki denk gelemedim. Kapadokya bölgesinde turizmin kalbi bir üçgeni oluşturan Ürgüp, Göreme ve Avanos'ta atıyor. Mevsim şartları elverdiği ölçüde çevreyi gezmeyi de ihmal etmedim. Bölgenin simgesi iki büyük ve bir küçük peribacasından oluşan Üç Güzeller'in manzarasını seyir terasından izledim. Güvercinlik Vadisi'nde de kuşların kanat çırpışlarını gözlerim kapalı dinledim. Kapadokya'yı dinleyerek keşfetmek de bir seçenek. Hem de insana farklı algı kapılarını açan bir deneyim. Sokaktaki köpeğin havlaması, karda yürürken her adımınızda çıkan sesi, kuşların cıvıltısı... Bu seyahatimde bir kez daha anladım ki Kapadokya gerçekten dünyada görebileceğiniz en eşsiz coğrafyalardan biri.
KAPADOKYA'NIN TARİHİ DEĞİŞİYOR
Nevşehir ili Ürgüp ilçesi Şahinefendi köyünün yaklaşık 700 metre güneyinde örencik denilen mevkide ortaya çıkarılan Sobesos Antik Kenti, 2002 yılında hazine avcıları tarafından tesadüfen bulunmuş. Nevşehir Müzesi'nin bilgilendirilmesinin ardından da bölgede kazılar başlamış. Ve henüz tamamlanmayan kazılarda Geç Roma Dönemi'ne ait mozaikli toplantı salonu, hamam kompleksi ve erken Bizans dönemine ait şapel ve mezarlar bulunmuş. Kapadokya tarihinin yeniden yazılmasına neden olacak bu antik kenti dizimize kadar gelen karda yürüyerek gezdik. Zemindeki üç boyutlu mozaikler çok fazla hasar görmeden günümüze kadar ulaşmış. Yüzü aşkın mezardan bir bölümünü de görme fırsatımız oldu.
YOKLUĞUN İÇİNDEN DOĞMUŞ
Kapadokya bölgesi zengin bir mutfağa sahip. Ancak nesilden nesile aktarılan reçetelerle günümüze kadar gelen yöresel yemeklerin çoğu yokluğun, imkansızlığın içinde ortaya çıkmış. Bu yüzden her lokmayı kıymetini bilerek yemek gerekiyor. Buraya gelmişken elbette mantının tadına bakıyorum. Dövülmüş cevizle servis edilen eriştenin de. Lahana dolması burada bulgurla yapılıyor, çok da lezzetli oluyor.
Üzümden elde edilen ve görünüşü lokuma benzeyen köftürü de ilk kez tadıyorum. Tereyağında kavrulup üzerine ceviz dökülerek servis edilen köftürün yapımı oldukça zahmetli. Nereden mi biliyorum? Kısaca DOKU olarak bilinen Uçhisar Kadın Kültür Evi'nin restoranında bize köftürü tanıtan Emine Ceylan, yapımını da aşama aşama anlatıyor. 2015 yılında hayat geçirilen,
Uçhisarlı kadınların hayatına dokunan DOKU Platformu kapsamında atölyelerde eğitim alarak kendilerini geliştiren yöre kadınlarına çeşitli imkanlar yaratılmış. Uçhisarlı kadınlar halen el işlerini ve yöresel lezzet paketlerini restoranın alt katındaki mağazada satışa sunuyor. Elbette Kapadokya'nın testi kebabı da meşhur. Onu da otelin mutfağında düzenlenen yemek atölyesi sayesinde hem tadıyor hem de yapmayı öğreniyorum. Sadece testi kebabı değil, çömlekte bulgur çorbası, kağıtta pastırma ve ayva tatlısından oluşan menüyü mutfakta hazırladıktan sonra Müze Salon'da yiyoruz. Müze Salon'un özelliği zemininde yüzyıllardır korunan değirmen yatakları ve katır kanallarının yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu dönemine ait, kaya oyma detaylarının bulunması. Zemin camla kaplandığı için tarihi zenginlikleri görme fırsatı bulunuyor.