Son dönemlerde Türk misafirlerin de ilgisi çeken Noel pazarları gezisinin bu yıl altıncısı gerçekleştirildi. Tuna Nehri hattında nehir gemisi ile yapılan bu gezinin her bir dakikası tüm misafirlerine sürprizler ile dolu bir seyahat sunuyor. Ben de eşim Tülin ve tur şirketlerimizin tatilseverleriyle birlikte Tuna'nın güzelliklerine doğru yola çıktık. Gezi programımızın ilk durağı, Türk Hava Yolları uçuşu ile birlikte Nürnberg. Pegnitz Irmağı'nın kenarında kurulu kentin hiç kuşkusuz sembolü, 14. yy yapımı Schöner Brunnen (Güzel Çeşme). Yakınındaki meydanları da içine alan büyük bir Noel pazarı kurulu burada. Hele ki hava karardıktan sonra her yer, ışıklar altında, cıvıl cıvıl... Bu sene havalar orada da çok sıcak gidiyor. Henüz hiç kar düşmemiş. Sıcak şarap içenler, renkli tezgahlarda alışveriş yapanlar ve bolca turist... Bir zamanlar ilk zeppelin uçuşunun gerçekleştirildiği yerde, Nazilerin inşa ettiği devasa toplanma ve geçit töreni alanları Dökümantasyon Merkezi adı altında müzeye çevrilmiş. Savaş sonrası suçluların yargılandığı meşhur Nürnberg Mahkeme Salonu burada. Şehre hakim bir tepede Kaiserburg Kalesi konuşlanmış, kale eteklerindeki müthiş tarihi mezarlıkta ise şehrin üst düzey yetenekli evladı Albrecht Dürer gömülü. Otobüslerimizle gemimize doğru giderken, ışıklandırılmış tarihi surlarından geçiyoruz. Ne de olsa hava 17.00 gibi, erken kararıyor. Gemimizle ertesi sabah Kelheim'da Tuna Nehri ana akışına bağlanıyoruz. Donauschingen Kasabası'nda küçük bir kaynaktan başlayan rota 2850 km'lik yolculukla Sulina- Romanya'da Karadeniz ile buluşunca noktalanıyor. Ancak günümüz büyük nehir gemileri sadece 400 km, Kelheim'a kadar yaklaşabiliyor bu kaynağa. Gemimiz öğlen saat 14.00'te Regensburg'a varıyor.
HİÇ BEKLENMEDİK BİR ANDA...
Doğrusunu söylemek gerekirse; Regesburg hiç beklenmedik ve görkemli bir şekilde karşımıza çıkıyor. 2000 yıllık Roma kalıntıları ile dolu. Romalılar güneydeki gelişmiş medeniyetlerini barbarlardan koruyabilmek için Tuna Nehri'ni sınır bellemişler ve çok sayıda askeri kontrol noktası kurmuşlar. Nehir kenarındaki birçok başkent ve şehrin ilk kuruluşu bu sebepledir. Kentin sembolü Roma Köprüsü, kuzeye Bohemya'ya giden Tuz Yolu'nun önemli geçit noktası. Turumuzu Noel pazarında bitiriyoruz. Küçük büyük, her yerleşim katkıda bulunuyor bu şenliğe. Gece boyu yol alıp sabah saat 08.00'de varıyoruz Passau'ya...
DÜNYANIN EN BÜYÜK ORGU
Passau, nehrin birleştiği stratejik bir yarımada üzerinde kurulu bir Piskoposluk Merkezi. Karşılıklı aynı noktada ve ana akışı kesebilecek şekilde Tuna'ya dökülen iki nehir, büyük taşkınlara sebep verebiliyor. Son büyük taşkın 2013 yılında şehri büyük bir felakete sürüklemiş... Avusturya sınırı hemen şehrin bir adım ötesinde. Yangın sonrası İtalyan bir ustaya yaptırılan beyaz renkli, Barok Katedrali, 17 bin borusuyla dünyanın en büyük kilise orguna ev sahipliği yapıyor. Bu arada yeni seçilen piskopos, oldukça genç ve yakışıklı olmasından dolayı kiliseye gelenler artıvermiş. Malum, hanımlar daha fazla gelir olmuş. Bavyera ve Avusturya nüfus çoğunluğunu Katolikler oluşturmakta ve gönülden Benedict mezhebine bağlı herkes. Salzburg'ta Alpler'in kuzeyindeki ilk Başpiskoposluk Merkezi ve Roma döneminden beri çok büyük tuz madenleri yakın zamana kadar işletilmiş. Bu nedenle keşişler, Hristiyanlığı ilk buraya getirmiş. 8. yy'da yapılmış katedrali, manastırı, hala servis veren 1200 yıllık tarihi aş evini ve ekmek fırınını geziyoruz. Mozart'ın doğduğu ev dışında, kaldığı çok sayıda başka evler olduğunu öğreniyorum. Şehrin üzerindeki yalın bir tepeye kurulu, fethedilemez tarihi Piskoposluk Sarayı masalsı görünümüyle, kentin hiç kuşkusuz sembolü. Noel pazarları ise sanki her seferinde daha da güzel görünüyor. Havanın kararması ile birlikte her meydan ve sokakta müzikler ve aktiviteler başlıyor. Aralık ayının sonlarına gelmemize rağmen burada hava hâlâ 18 derece. Ve Linz'e doğru yol alıyoruz. Gemimiz de yol aldığından, orada buluşuyoruz gemimizle. Artık Avusturya'dayız.
WILLENDORF VENÜSÜ
Tuna kenarında, Emmersdorf isimli küçük bir kasabada uyanıyoruz. Burası aynı zamanda Avusturya tarihinin başladığı verimli Wachau Vadisi'nin ilk noktası. Romalılardan beri bağcılık ve geçtiğimiz yüzyıldan beri zerdali ağacı tarımı yapılıyor. Vadi, Viyana kenti kurulana kadar Avusturya tahtının sahibi Babenberg'lerin yaşam bölgesi. Haçlı seferleri sırasında tutsak düşen "Aslan Yürekli Richard", ünlü Dürnstein Kalesi'nde tutsak edilmiş. Geçtiğimiz yüzyılın başında Avusturya topraklarındaki en büyük arkeolojik keşif yapılıyor vadinin şirin kasabası Willensdorf'da. 11 cm büyüklüğündeki, 25 bin yıllık küçük tanrıça figürü Willendorf Venüsü adıyla vadinin paleolitik dönemden beri ilk insanın yerleşim yeri olduğunun kanıtı. Meraklıları Viyana'daki Sanat Tarihi Müzesi'nde görebilirler tanrıçayı. Sabah, Tuna üzerindeki köprüyü geçerek geliyoruz Melk Manastırı'na. Avusturya topraklarındaki en büyük Benedict Manastırı ve Umberto Eco'nun Gülün Adı romanının geçtiği Orta Çağ manastırı. Ancak bizi karşılayan devasa bir Barok Saray. İmparatoriçe Maria Theresa, Salzburg yolunda konaklasın diye büyük bir saraya çevrilmiş manastır. İçerisinde Hz. İsa'nın bağlandığı çarmıhın tahta bir parçası olduğu rivayet olunan bin yıllık Melk Haçı var. Mezhebin Avusturya'daki birçok kutsal emanetinin sergilendiği salonlardan geçerek, 100 bin tarihi kitaptan oluşan koleksiyonu ile müthiş kütüphanede tamamlıyoruz Manastır turumuzu. Küçük bir patika ile indiğimiz manastır eteklerinde kurulu aynı isimli şirin kasaba çoktan hazırlanmış Noel pazarına. Öğle yemeği ile birlikte yola koyuluyoruz. Sisli bir havayla son durağımız Viyana'ya doğru, Wachau Vadisi. 2. kuşatma ile birlikte Osmanlı Akıncıları'nın Batı'da geldiği en uzak nokta. Akşam saat 20.00 sularında varıyoruz ancak Viyana'ya. Ertesi sabah, gün ışığında farkına varıyoruz bu imparatorluk başkentinin muhteşem zenginliklerinin. 2. kuşatma sonrası ele geçirilen Macar ovalarından gelen olağanüstü kaynaklar ile Viyana kenti yakalıyor tarihin dönüm noktasını. 18 ve 19. asırlara hükmetmiş İmparatoriçe Maria Theresa ve İmparator Franz Joseph dönemlerinde inşa edilen saraylar, müzeler ve 120 kadar tarihi yapı, yıkılan surlardan ortaya çıkan alanda yer bulmuş kendilerine.
MOZART CAFE'DE OTURUP HAYATI DÜŞÜNMEK...
Her yerde karşımıza çıkan Gustav Klimt'in Öpücük tablosunu sonunda görebiliyoruz. Hem de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın otağının bulunduğu yerde. Prens Eugene için inşa edilmiş Belvedere Sarayı'nda. Uçurumun kenarında iki sevgili... Mutluluktan saçları sarmaşık yaprakları ile betimlenmiş erkek ile çekingen ama erotik kadının mutluluğu... Yoğun altın sarısı rengi, dikdörtgen ve çiçek sembolleri ile betimlenmiş eril-dişil sembolizmi, Secession adı verilen bu sanat akımının başyapıtlarından biri. Yapıldığında elde edemediği ilgiyi, 1968 yılında 'çiçek çocuklar' hareketi ile kazanmış bu tablo işte orada ve tam karşımda.
Şehir çok kalabalık, Noel pazarları, müzelerin ya da sarayların bahçelerinde kurulmuş. Mozart Cafe'de oturup dinlendim biraz. Kahve içtim ve hatırladım kuşatma sonrasında terk edilen çuvallar içerisindeki kahve çekirdeklerini. Bir Hristiyan Arnavut tüccar bilmiş, bu katır yemi zannedilen çekirdekleri ve ilk kahve dükkanını açıvermiş. Viyana'da hava çok sıcak ve keyifli... Yapacak çok şey var. Müzelere mi gitsem, yoksa sarayları mı gezsem? Vakit o kadar az ki! Viyana öyle yalapşap gezilecek günlük kentlerden değil. Birçok kez gelebilirsiniz bu kenti, her seferinde başka bir yüzünü görerek. Akşam Palais Auersperg'e davetliydik. Mozart ve Strauss dinletisinden herkes gibi ben de keyif aldım. Bu güzel saraylarını böyle güzel amaçlar için kullanabilmeleri beni de umutlandırdı. Gezimizin son gününde gemimizden ayrılıp bavullarımızla birlikte havalimanına geçiyoruz. Ve su gibi akıp geçen bu harika tur sonrası anlatacak birçok anıyla birlikte İstanbul uçağındayız. Her zaman böylesine güzel tatillerimiz olsun.