Deniz göl gibi, girmeye doyamıyorum"
"Ay ışığı denize ne güzel vuruyor, bakmaya kıyamıyorum"
"Çam ağaçlarının arasından görünen koyda bize göz kırpan teknenin güzelliğine bak!"
"Dağlar üzerlerine vuran ay ışığıyla ne kadar heybetli"
"Buralara mutlaka bir daha gelelim"
İşte aklımda kalan bu cümlelerle bitti altı günlük Ege koyları tatilimiz. Her tatil güzel bir anı, cümle, şarkı, bir detayla kazınıyor hafızamıza... Ve yaşattığı sürprizlerle tabii ki... Doğanın kucağındaysanız, doğanın mucizelerinden başka sürprize gerek yok ki... O en güzeline hazırlıyor zaten. Bu bazen koynundan çıkardığı harika bir balık yemeği oluyor, bazen turkuvaz bir deniz, bazen de geceyi aydınlatan bir dolunay... Ama tüm bu güzelliklere şahit olmak için, görmek gerekiyor. Sadece bakmak yetmiyor. Belki de bu yüzden gezmek şart. Çünkü insan her gün gördüğüne alışıyor ama sadece bakar oluyor. Ben de bu yüzden tek bir yerde bir hafta geçirip dinlenebilenlerden değilim. Ailemle durmak yerine gezmek ve keşfetmek dinlendirir bizi... Tek bir saatin bile boş geçmesine tahammül edemeyişimiz bu yüzden... Bu nedenle geçtiğimiz hafta müthiş hareketli, harika bir tatil yapıp dinlendiğimizi açıklıkla ifade edebilirim. Altı gün boyunca Güney Ege'nin birbirinden güzel koylarında arabayla turlayıp, en güzel yerlerini deneyimledik. Kah evde kaldık, kah şık bir otelde... Hislerin birinin bünyemizde yarattığı etki geçmeden diğerine koştuk. Bozburun, Hisarönü, Kumlubük ve Kuzbükü'nü tozunu attırdık. Sözün özü çok gezdik çok... Gezip gördüğümüz koyların hepsinin farklı bir hikayesi var, mesela Bozburun mavi yolculuk tutkunlarının yıllar önce keşfettiği bir yer, Kumlubük şirin bir kasaba, Kuzbükü henüz neredeyse kimsenin bilmediği bir koy, Hisarönü ise yıllardır ününü koruyor... Birbirinden güzel bu koylarda konumlanmış mekanlar da en az onlar hoş. Her biri farklı bir tatil anlayışını barındırıyor
KUMLUBÜK: DOĞANIN KUCAĞINDA BİR SONSUZLUK
Rotamız Kumlubük... Turunç'tan sonra gelen Kumlubük, şirin bir tatil kasabası... Sahil ve yamaçları ekolojik turizm adına verimli... Kumbubük'teki balık restoranları bölgenin en iyilerinden, buradan denize girmeden ve balık yemeden ayrılmanızı önermem. Kumlubük'ün güneydoğu tarafına doğru ilerlediğinizde esrarengiz bir güzelliğe sahip bir mağara karşınıza çıkacak. Buralara kadar gelmişken antik kent Amos'u da ziyaret edebilirsiniz. Burada Amos antik kenti kalıntılarını, eski tiyatro ve şehir duvarlarını görmek mümkün. Amos'un ardından bizim rotamız Dionysos Village Hotel... Navigasyona güvenip otele doğru yol alırsanız, bizim gibi kendinizi olur olmaz yerlerde bulabilirsiniz... En iyisi gitmeden önce resepsiyonu arayın ve tarif alın. Navigasyonun bile bulamadığı bir yer olduğu için, doğanın kucağında bir mekana doğru yol aldığımızı hissetmiştim... Heybetli dağların yamacına gizlenmiş mavi ve yeşilin her tonunun büyüsüne kendinizi kaptıracağınız bir konumu var. Deniz kenarında değil ama içinde yer alan sonsuzluk havuzu, kendinizi Ege denizinin kucağında gibi hissetmenize yol açıyor. Her şey doğal, organik. Zeytinlikler ve çam ormanlarının arasına gizlenmiş, oradan hayata bakıyor gibisiniz. İşin ilginç yanı otelin konsepti... Apart odalarda çamaşır makinası, buzdolabı, bulaşık makinasına kadar bir evde olması gereken her şey var. Hatta otelde bir market yer alıyor, alışverişinizi oradan yapıp, kendi yemeklerinizi hazırlamanıza olanak sağlamışlar. Lüks bir apart. Barda ise belli bir saatten sonra çalışan yer almıyor, istediğinizi alıp, deftere oda isminizi yazmanız yeterli. Tamamen güvene, rahat hissettirmeye dayanan bir sistem. Bu nedenle 20 yıldır değişmeyen İngiliz, Alman misafirleri ağırlıyor Dionysos Village Hotel. Kuruluş hikayesi de ilginç, Ahmet Şenol bundan 27 yıl önce İstanbul'daki hayatından sıkılıp Kumlubük'e yerleşmiş. Yıllar içinde, her bir taşıyla uğraşarak yaptığı otelini bir ticarethane gibi değil bir misafirhane gibi görüyor.
KUZBÜKÜ: ADI BENDE SAKLI
Çok gizemli, zor yollardan ulaşılan, tanınmak istemeyen bir rotaydı bu kez hedefimiz. Sahipleri kesinlikle isim verilmesini istemiyor... Biz de bu gizeme saygı duyuyoruz. Ulaşım bizi o gizemli mekana götürecek tekne, izbe liana yanaştı, 10 dakika ıssızlık içinde gittikten sonra tekneler görünmeye başladı. İskeleye yanaştıktan sonra, koca mekanda bir tek bizim olduğumuzu fark ettim. Adeta koyu kapatmıştık. Muhteşem bir deniz, birbirinden bağımsız konumlanmış güneşlenme alanları, masalar, oturma grupları... Denizin ortasında bir güzellik içindeydim. Berrak suya girmeye doyamadık. Dalış yaptık, yüzdük, balık tuttuk... Yemek için denizin kenarındaki masamıza yerleştiğimizde tek tek tekneler yanaşmaya, insanlar yemek yemek için restorana gelmeye başladı. Herkes birbirini tanıyor gibiydi... Dönüş yolculuğumuzsa, kapkaranlık denizin ortasında, teknenin moturunun pata pata pata sesleriyle o siyahlığın huzurunu bozarak ilerledik denizde... Mekan Kuzbükü denen bir yerde, sahiplerinin yıllardın işlettiği Marmaris Marina'da bir restoranları var... Benden bu kadar gerisini siz çözün!
HİSARÖNÜ: BEŞ PLAJ BEŞ VAAT
Yolculuğun sonunu değil yolu sevenler için Hisarönü Körfezi biçilmiş kaftan. Çam ağaçları arasından bir görünüp bir kaybolan denizi, kıvrım kıvrım uzanan yolu bile insanı bir anda farklı bir dünyaya götürüyor. Ağaçların sık dalları arasından göz kırpan tekneler, sessiz koyların koynunda güzelce uzanmışken, siz yol üstünden onları izleyerek bile dinlenebilirsiniz. Hisarönü Körfezi'nin en bilinen oteli D Maris Bay... Otel Datça yarımadasının en özel noktasına konumlanmış vaziyette. Teleferikle inilen plajı Hisarönü'nün tüm güzelliğini gözler önüne seriyor. Bembeyaz kumların, turkuvaz sularla buluştuğu her biri farklı konseptte beş plajı ile herkese hitap eden bir tesis burası. Sessizlik isteyen için de, eğlenmek isteyen için de alternatif var. Beş farklı plaj, aslında onlara koy demek daha yerinde olur, arasındaki ulaşımı ring seferi yapan lüks botlar sağlıyor. The Bay, La Guerite, Manos, Maris, Silence Beach isimli plaj/koyların her birinin vaadi farklı... Büyük ve seçeneği bol tesisleri sevenler için biçilmiş kaftan burası. Silence Beach benim favorimdi... Adından da anlaşılacağı gibi, plajda huzurlu bir sessizlik hakim. Öylesine kuytu bir koydu ki, bana Phuket'i andırdı. Elbette deniz suyu Uzakdoğudaki gibi içimizi bayacak sıcaklıkta değildi. Ege'nin serin sularında yüzmek ve o sessizlikte vakit geçirmek bünyemize iyi geldi. D Maris Bay, aynı zamanda teknecilerin de uğrak yeri olduğu için mutfağı da güçlü... Akdeniz, Yunan, Japon ve Anadolu lezzetleri aynı çatı altında bulabiliyorsunuz. Biz, St. Barths ve Cannes'ın ardından otel bünyesine katılan La Guerite restoranda öğlen yemeğimizi yedik. Yediklerimizin tadı damağımızda kaldı... Ama otelin bu yıl en merak edilen restoranlarından biri Simi Adası'dan transfer edilen ünlü taverna Manos... Komşu adanın bu sempatik, salaş, tabakların kırıldığı eğlenceli balık restoranı, burada da epey ün kazanmış. Taze balıklar, leziz deniz ürünleri, Yunan müziği ve kırılmak üzere bolca tabak servisi var... Nusr-et de otelin içindeki ünlü restoranlardan biri. Ama bana göre tesisteki en etkileyici nokta gün batımı için ayırdıkları özel köşe... Hisarönü Körfezi'nin gün batımı manzarasında klasik müzik eşliğinde, etrafınızda gezen hindiler arasında oturmanızı özellikle tavsiye ederim. Hisarönü Körfezi'ne kadar gelmişken sahilde ve ormanda at safari yapabilir, Eren Dağı'ndaki Hemithea isimli tapınağı görebilirsiniz. Kalıntılar Kastabos kentine ait. Tepede ise bir Ortaçağ kalesi bulunuyor.
BOZBURUN: GİZEMLİ VE ŞIK
Bülent Ortaçgil'in Bozburun şarkısına ilham olmuş bir yere çeviriyoruz direksiyonu... Romantik, güzel gün batımlı, göl kıvamlı bir deniz arıyorsanız Bozburun tam aradığınız nokta... Kalabalıklardan uzaklaşmak isteyenler için ideal... Kendi halinde bir yer Bozburun. Bundan 15 yıl öncesine kadar tekneciler dışında pek bilinmeyen bir yerken, son dönemde popülerleşmeye başladı. Buna rağmen huzurunu koruyor. Sahilinde birkaç balık restoranı, irili ufaklı otelleriyle hoş bir yer burası. Bozburun'da her bütçeye göre konaklama seçeneği var. Ama Bozburun'un en ayrıcalıklı olanağı, karadan geçişe imkan vermeyen, deniz yoluyla ulaşılan otelleri... Hepsinin hikayesi aşağı yukarı aynı... Yıllar önce gezgin bir tekneci keşfeder, küçük bir pansiyon açar, yıllar sonra işler büyür... Biz de aynı böyle bir hikayesi olan Sabrinas Haus'da bir gece kaldık. Burası en az Bozburun kadar ünlü bir butik otel. Alman 68 kuşağı hippisi Sabrina Hanım, 35 yıl önce eşiyle çıktığı bir mavi yolculukta keşfeder Bozburun'u... Ve bir pansiyon açar... 20 yıl pansiyon olarak işletilen mekanı, 2005 yılında Semra-Mesut Gümüştaş çifti devralır. O tarihten itibaren pansiyondan çıkıp, küçük çocuk almamasıyla ünlü, sakinlik, huzur, şıklık ve tarz sembolü bir mekan haline dönüşür. Dedim ya kara ulaşımı yok bu otele... Tekneyle Bozburun limanından alınıp otele getiriliyorsunuz... İskelesine yaklaşıp, otelin lobisi sayılacak açık alana ulaştığınızda şık bir yazlık evde gibi hissediyorsunuz kendinizi. Her bir aksesuvar özenle seçilmiş ve yerleştirilmiş. Mekandaki objeler İstanbul, Milano, Paris'te düzenlenen mezatlardan toplanarak getirilmiş... Bahçedeki papağanlar, denizin ortasına yerleştirdikleri sadece iki kişinin güneşlenmesine imkan veren platformuyla, koyu mavi bir denizin kollarında hissediyor insan kendini. Gerisi sizin kafa rahatlığınıza kalmış... Anladığım kadarıyla otelin konsepti kişiyi özel hissettirmek. Mesela odanızda bir anda adınızın işlendiği bir lavanta kesesi bulabilirsiniz. Ya da badem sevdiğinizi personelden birine söylediyseniz, güneşlenirken bir anda sürpriz bir bademli bir limonata servisi almanız mümkün. İçinde bir de balıkçı var, Bozburun Balıkçısı... Restoranın sadece otel müşterilerine değil, herkese açık olması mutlu etti beni, konaklamayan ama bu deneyimi yaşamak isteyenleriçin bir alternatif yaratılmış. Rezervasyon yapıldığı takdirde, otel dışından konuklar da teknelerle alınıp restorana getiriliyor. Mutfak, İstanbul Posidon, Bebek Balıkçısı gibi mekanların ünlü ismi Ali Şef'e emanet. Denizin ortasında olup balık yemeden olmaz... Buharlı fırında pişmiş ahtapot beğendi, tel kadayıfta servis edilen jumbo karides ve levrekli sarma benim favorilerim arasındaydı... Bizim konakladığımız akşam, iki sevgili için özel bir geceydi. Yıldönümünü kutlayan sevgililer denizin ortasında mum ışıkları altında, özel bir masa hazırlandı, onlar ay ve mum ışığı altında, dalga sesleri eşliğinde yemeklerini yediler. Özenmedim desem yalan olur. Benim gibi romantizmiyle iddialı olmayan biri için bile iç çekilesiydi...