Kendinizi suyun içinde zannettiğiniz, oysa uygarlık denizinde yüzdüğünüz bir hayal kentidir Venedik. Kimilerinin düşündüğünün tersine, uygarlık, onlarca, yüzlerce katlı binalar, metrolar ya da alışveriş merkezlerinde bulunan kafeler filan değildir. Sokaklarında paraya para katmak için koşturulan finans kentlerine de uygarlık denilmez. Uygarlık, Venedik'tir. Mesela, az sonra hikayesini anlatacağım Quadriga Atları'dır. Dinlemesi doyumsuz Vivaldi'dir. San Marco Meydanı'na mümkün olduğu kadar yakın bir otel. Özellikle de sabahleyin Torre dell'Orologio'nun (Saat Kulesi) çanlarını dinlemek için! Süslemeleriyle aklıma kazılı, her görüşümde Rönesans'ı hatırlamama yol açan, altın yaldızlı ve mavi mineli bu saat, denizciler için tasalanmış. Uygarlık dedim ya hani, Torre dell'Orologio, işte tam bu demek. Bir benzeri daha olmasın diye, saatin mekanizmasını yapan iki ustanın gözleri oyulmuşsa da, saat kulesinin üzerindeki iki bronz heykel, çana her saat başı vurduğunda, bir uygarlık şarkısı söyler anlayana. Sıcak bir akşamüstüyse ve beş kez vurmuşsa bronz heykeller çanlara başlamıştır en güzel zamanları Venedik'in...
AYRI TELDEN ÇALAN BEŞ ÇAN
San Marco Meydanı'nda, akşamüstleri bütün kafeteryalarda canlı müzik başlar. İlk duyduğum Andrea Bocelli benzeri sesle, bir masa bulup dünyayı hafife almaya karar veririm. Hafif bir şeydir zaten dünya. Ağır olan, uygarlıktır. Uyarıma gelirse, karşınıza San Marco'nun Çan Kulesi'ni alın lütfen ve kulağınız bende olsun. Anlatacaklarım var. Karşınızdaki Çan Kulesi'nin yüksekliği 98.6 metre. Son derece sade. Tepesinde Cebrail tasviri bulunuyor ve yapımına 9. yüzyılda başlanmış. Kulede beş çan var ve her biri ayrı telden çalıyor. Bakın neler bunlar: Marangona, günün ışıdığını ya da battığını haber veriyor. Trottiera Maggior Consiglo, katedralin yolunu tutmuş olanlara ayaklarınızı çabuk tutun diye sesleniyor. Meleficio idam saatinin geldiğini, infazın gerçekleşmek üzere olduğunu duyuruyor. (Bu amaçla, epeydir çalınmıyor olsa gerek.) Mezza Terza'ysa senatonun toplantısını duyuruyor. Yükseklik korkunuz yoksa ve Venedik'i kuş bakışı seyretmek istiyorsanız, parasını ödeyip tepesine çıkar, kentin doyumsuz manzarasını seyredersiniz.
GONDOLLAR VENEDİK'İN SÜSÜDÜR
Görünenin ve gösterilenin aksine, gondol demek değildir Venedik. Nasıl Londra'yı kırmızı otobüsler, New York'u sarı taksiler renklendiriyorsa, Venedik'in süsüdür gondollar ve gondolcular. Turistik amaçla, paraya bir kez kıyılır -ki bir hayli pahalıdır- bir tur yapılır ve biter. Gondolların çalımlı tavrına karşılık, kanallar kenti Venedik'in hayli ağır yolcu yükünü, en çok da Rialto Köprüsü'nün altından geçen ağır işçi voporettolar kaldırır. Şimdi gelin yemeğe, San Polo'ya gidelim. Tabii ki, az önce adını andığım Ponte di Rialto'nun üzerinden yürüyerek. Bana soracak olursanız, Venedik'e kimliğini en çok veren, Antonio da Ponte tarafından inşa edilmiş bu köprüdür. Bilmemizde yarar var, Ponte di Rialto 16. yüzyılda yapılmış. Kentin tarihi boyunca, bu noktada hep bir köprü olmuş. Önceleri tahta bir köprü varmış mesela. 1444'te, Venedik Markizi'nin düğününde kalabalığa pes edince, üzerindekilerle birlikte nehre uçmuş. Onun yerine, şimdiki taş köprü yapılmış. Size tam bunu anlatırken, gözümde, 15. yüzyıldaki kıyafetleriyle nehre dökülen Venedik soyluları canlanıyor... San Polo'nun arka sokakları, San Marco'nunkilerden bile kuytu. Aileler, yüzlerce yıldır hiç şikayetçi olmamışlar oturdukları evlerden. Nasıl buldularsa, öyle korumuşlar. Kentli olmak da galiba biraz bu demek. Mükemmele kuşaklar önce ulaşmış olmanın öteki adı, kentlilik. Bugünün Venedikliler'i, atalarından kalan şahane mirası sadece küçük fırça darbeleriyle güzelleştiriyorlar, o kadar.Evleri, lokantaları, gündelik hayata dair eşyaları, bunlara dair kullandıkları kavramlar... Her şey, tarihin içinden süzülüp geliyor Venedik'te. Hiçbiri, ne kentin ne de kentlilerin üzerinde eğreti duruyor. Neredeyse bütün evlerin altında birer lokanta var. Hangisinin iyi, hangisinin daha iyi olduğuna karar vermek kuşkusuz zor. Sizi bilmem ama ben İtalya'daysam makarna ve deniz mahsullerini tercih ediyorum. Bu akşam da öyle yapacağım.
EKONOMİYE KATKI SAĞLAYAN MÜZİSYEN
İki mevzuu daha var bu güzel kentle ilgili anlatmam gereken. Biri en başta da söylediğim gibi Quadriga Atları. Öteki Vivaldi. Yemeğimi San Polo Meydanı'na yakın bir lokantada yedikten sonra, hiç acele etmeden San Marco'ya yakın bir noktaya, Vivaldi dinlemeye gideceğim. Vivaldi Venedikliler'in hemşerisi. 1678 yılında, bu kentte doğmuş Antonio. Minicik bir oğlan çocuğuyken, az önce sözünü ettiğim San Marco Meydanı'nda bulunan ünlü kilisenin orkestrasında, babasının yanında müzik eğitimine başlamış. Sözünü ettiğim tabii ki dinsel müzik. Ve Venedik'te, kilisenin, müziği ve resmi nasıl beslediğini iliklerinizde, kemiklerinizde hissediyorsunuz. Kızıl Papaz, yani Antonio Vivaldi, zaman içinde keman öğretmeni olmuş ve sonra orkestra ve koro yöneticiliğine terfi etmiş. 1740 yılında Venedik kendisine dar gelmiş olsa gerek, Viyana'ya göç etmiş. 50'yi aşkın opera, 450 kadar konçerto, 70'ten fazla sonat, 21 senfoni, 100 civarında arya, 59 kantat ve serenat ile üç oratoryo besteleyen Vivaldi, Venedikliler için büyük gurur kaynağı. Kentte dünya kadar kuruluş ve müzisyen, turistlere ve meraklılarına Vivaldi'nin eserlerini zevkle sunuyor. Böylece, Venedik'in ekonomisine de büyük katkı sağlıyor. Benim için Venedik, kaç gün kalırsam kalayım, her akşam Vivaldi dinlemek demek! O halde buyurun Vivaldi'ye; Bach, Handel, Tartini gibi bestecilere ilham veren ünlü müzik dehasına kulak vermeye.
SULTANAHMET'TE NASIL PARLARLARDI
Quadriga Atları, MÖ 4. yüzyılda yaşayan Yunanlı heykeltıraş Lisippos'un eseri. Bugün, Venedik'te, San Marco Kilisesi'nde sergilenen bu bronzdan yapılma dört atın hikayesi, İstanbul'da başlıyor. Bugünün Sultanahmet Meydanı'nda bulunan bu dört atın Venedik'e gitmesinin tarihi 1204. Haçlı Ordusu tarafından yağmalanan Konstantinapolis'ten sökülüp Viyana'ya götürülmüş güzelim heykeller. Ta ki Bizans İmparatoru Sekizinci Mihail Paleolog şehri 1261'de geri alana değin. Sonra, Napolyon Bonapart tarafından 1797'de çalınıp Paris'e götürülmüş Quadriga Atları. Neyse ki 1815'de yeniden Venedik'e iade edilmişler. Bronzdan yapılma bu dört ata baktığımda, "Acaba, benim ülkemde, benim kentimde, benim meydanım Sultanahmet'te olsalardı, nasıl parlarlardı?" diye düşünürüm her defasında.
OSMAN BALCIGİL