Saat 12.00'de beşinci kattaki resepsiyonda buluşalım arkadaşlar, deniyor. Süper, odam zaten altıncı katta, bir kat aşağıya inmek ne kadar güç olabilir ki diye düşünüyorum. Fakat öyle olmuyor. Siz deyin bir tutam şaşkınlık ben diyeyim bir dirhem tecrübesizlik bu büyük alan içinde resepsiyona ulaşmam hemen hemen 10 dakikayı buluyor. Neyse ki malum toplaşmaya geç kalmıyorum. Zira anladığım kadarıyla herkeste ilk gün cehaleti söz konusu... Bu duyguları yaşadığım mekan bir cruise gemisi sevgili okurlar. Ömrü hayatı boyunca vapur ve deniz otobüsü dışındaki deniz yolunun alternatiflerine yolu düşmemiş bendenizin, Ege Denizi'nin orta yerinde devasa bir gemi içinde ilk başta ortama yabancılaşmasını yadırgamazsınız diye umuyorum. Kim nerede ne yapıyor biraz karıştı değil mi, dilerseniz her şeyi başa alalım... Celestyal Cruises'un davetlisi olarak Yunan Adaları turuna katılmak üzere bir grup gazeteci İstanbul'dan İzmir'e doğru yola koyuluyoruz. İzmir'e vardıktan sonra da hemen hemen bir buçuk saat uzaklıktaki Kuşadası Limanı'na hareket ediyoruz. Gemi turunun başlangıç noktası burası. Sırasıyla gezilecek yerler ise Patmos, Rodos, Girit, Santorini, Atina ve Mikonos... Hepsinin öyküsü farklı, hepsinin dokusu bambaşka ama hepsi de birbirinden büyülü yerler. Pek tabii buralara dair bir ön bilgim var ama gidip görünce işin lezzeti daha da bir artıyor.
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GİBİ GEMİ
Kuşadası'nda cruise gemisini gördüğüm andaki ilk tepkim "Vay be, amma büyükmüş aynı Titanic gibi" oluyor. Zira bu Titanic ile benzerlik kurma çabalarım da tüm seyahat boyunca sürüyor. "Zenginlerin sıkıcı sıkıcı balo düzenlendiği salonla yoksulların delicesine eğlendiği yerler acaba ne tarafta" diye düşünürken geminin çok ulusluluğu dikkatimi çekiyor. Hakikaten Birleşmiş Milletler gibi bu gemi, dünyanın dört bir yanından yolcu ve gemi çalışanı sürekli karşımda, İngilizce, İspanyolca, Yunanca başta olmak üzere 10'a yakın dil konuşuluyor, biraz kulak kabartsam iki üç kelime öğrenmem işten bile değil. Ama çok eğilmiyorum, kalimera (günaydın) ve parakalo (lütfen) ile yetiniyorum. Ben kendi içimde oryantasyon sürecimi sürdürürken gemi limandan ayrılıp yol almaya başlıyor. Gerisi boylu boyunca masmavi bir şölen... Yer yer sakin yer yer dalgalı. Ama nihayetinde her gün gözünü başka bir limanda açma duygusu çok farklı bir his. Tabii gemiden indikten sonra birkaç gün hafif sallanmaya devam edeceksiniz, endişelenmeyin. Bir süre sonra yeryüzü kendiliğinden sallanmaktan vazgeçip, stabil doğasına dönüyor.
PATMOS
Maneviyatı yüksek ada
İlk durak Patmos... Kuşadası'ndan Patmos'a varışımız beş saati geçiyor. Burası çok büyük bir ada değil, ama manevi yönü hayli kuvvetli. Hatta Hristiyanlığın yedi hac merkezinden biri. 12 adaların en kuzeyindeki Patmos'ta Hz. İsa'nın Hz. Yahya'ya göründüğü söylenen ve İncil'in kıyamet kısımlarının yazıldığı anlatılagelen Kıyamet Mağarası'nı ve Hz. Yahya Manastırı'nı ziyaret ediyoruz. Manastır ile Patmos'un simgesi yel değirmenleri arasında 15 dakikalık bir yürüyüş mesafesi var ki bu rota bizim Patmos'u keşfetmemizde de hayli yardımcı oluyor. Etraf hayli sakin, insanlarda bir dinginlik var. Adanın ruhani yapısından sanki yaşayanlar da nasibini almış gibi... Manastır, mağara ve yel değirmenlerinin ardından Patmos'un limana yakın olan çarşısında da ufak bir tur atma şansımız oluyor. Diğer adalarla kıyaslandığında fiyatlar daha makul görünüyor. Yemek için vaktimiz olmasa da dondurma ve kahve alıyoruz, gayet lezzetli. Kafeler nezih, evler çiçeklerle süslü ve bembeyaz keza sokaklar da... Kısacası Patmos olası bir Yunan adaları turuna muhakkak eklenir deyip ayrılıyoruz.
RODOS
Şövalyeler diyarı
12 adaların en büyüğü olan Rodos, daha ilk andan barındırdığı tarihi zerk ediyor insana damardan. Bu kadim adanın en görülesi yerlerinden birine, Filerimos Manastırı'na gidiyoruz. 14. yüzyıla uzanan tarihi, Hz. İsa'nın çarmıha gerilmeden önce yürüdüğü yoldan hareketle düzenlenen azap yolu, bu yolun sonunda beliren devasa haçı ve masmavi gövdeleriyle etrafta koşturan tavus kuşlarıyla bu manastır sabah keyfimizi katmerlendiriyor. Benim gibi tarihe meraklı, şatoydu saraydı gezmelere doyamayan biriyseniz eğer Rodos sizi epey tatmin edecektir. Çünkü buraya boşuna şövalyeler diyarı denmiyor. Üstatlar Sarayı, Şövalyeler Sokağı bu doğrultuda ilk uğradığımız yerlerden. Rodos, aynı zamanda tarihte önemli bir dönem Osmanlı hakimiyetinde de kaldığı için adada Osmanlı izleri görmek de mümkün oluyor. Pargalı İbrahim Camii bunlardan biri... Kafi miktarda kültürel gezimizi yaptıktan sonra haliyle acıkıyoruz. Evvela Ege mutfağının incilerinden küçük bir demet sunuluyor önümüze. Ardından çarşıyı gezerken Yunanistan'ın en iyi dondurmacısı seçilmiş bir dükkanın önünde duruyoruz. Tuzlu karamelli dondurmaymış alametifarikaları, tatmadan olmaz. Bakıyoruz, hakikaten leziz. Tavsiye ederim eğer yolunuz düşerse. Gemiye biniş vakti yaklaşınca limana doğru dönüyoruz. Bir anda yolumuzu doğma büyüme Rodoslu Türk, Ali Amca kesiyor. "Hep Yunan'a kazandırdınız bre, gelin burada da bir şeyler için" diyor. "Çok doluyuz be amca, ama bir sonrakine söz" diyoruz. Ali Amca'nın yaklaşık 17 dakika süren, Rodos'taki yaşam öyküsünü başından sonuna ayaküstü dinleyip şövalyeler diyarına veda ediyoruz.
GİRİT
Suç oranı sıfıra yakın
Dünyanın zeytinyağı deposu burası! Üçüncü adamız Girit oluyor bu turda. Gördüğümüz diğer adalara kıyasla Girit'te o 'ada' ambiyansına doğrusu pek rastlayamıyorum. Yanlış anlaşılmasın, buranın kötü bir yer olduğunu söylemiyorum. Sadece diğerlerine kıyasla daha büyük bir ada olduğu için şehirleşme daha üst düzey gerçekleşmiş gibi. Yine buna rağmen rehberimizden Girit'te suç oranının sıfıra yakın olduğunu hatta Giritlilerin alarm, çelik kapı nedir bilmediklerini öğrendiğim an biraz şaşırıyorum. Ancak Girit insanının kendi halindeliğini, ve sakinliğini görünce az çok anlıyorum... Kimsenin acelesi yok, sokaklar öyle kalabalık değil, herkes kendi dünyasında... Bu pirüpak adada yolumuz bir antik kente düşüyor: Knossos Sarayı. Vaktiyle Minos Uygarlığı'na başkentlik yapmış bu antik kentteki sarayın tarihi M.Ö 2000'li yıllara değin uzanıyor. Çok sayıda avlu ve odadan oluşan sarayı gezerken içten içe bir labirentin içinde dolanıyormuşuz hissi geliyor.
ATİNA
Akropol'e vurulduk
Yunanistan'a gelip de başkente uğramadan gitmek olmaz, sırada Atina var. İlk olarak parlamento binasının önündeyiz. Şehir merkezinin tam ortasında. Ardından pek tabii Akropol'e varıyoruz. Burayı uzun uzun anlatmaya gerek yok. Zaten görkemi Yunanistan sınırlarını aşmış, sabahın erken saatlerinden itibaren yoğun bir kalabalık bu tarihi yapının girişinde kuyruk oluşturmuş vaziyette. Biz de o kuyruğa katılıp yaklaşık bir saat Akropol'ü gezip pek de aşina olamadığım Yunan mitolojisine dair esaslı bilgileri havada kapıyoruz. Akropol'ün en tepesinden görünen heybetli Atina perspektifi de yanımıza kâr kalıyor. Ardından yürüyerek Plaka semtine doğru gidiyoruz. Hava güzel, şehir sakin, keşfedilmeyi bekliyor. Ancak zamanımız sınırlı. O yüzden Plaka'da boylu boyunca bir tur yapmakla yetiniyoruz. Başkent olmasına karşın Atina'da da bir insan yoğunluğundan söz edilemiyor.
?MİKONOS
Bam bam eğlence
Her ada hemen hemen kültürel mirasıyla öne çıkarken Mikonos'un böyle bir iddiası yok. Burada tek vaat edilen doyasıya eğlence. Tiyatro dekorunu andıran evleri ve dar sokakları arasında yürüyoruz Mikonos'un. Burada da fiyatlar hafif el yakıyor. Patmos'un olduğu gibi Mikonos'un sembolü de yel değirmenleri, en güzel fotoğraflar da burada çekiliyor. Eksik kalmıyoruz. Akşam yemeği içinse sahil kenarındaki Nice N Easy restorana geçiyoruz ki burası tüm seyahat boyunca yediğimiz en leziz menüyü önümüze sunuyor. Sonunda Rum mutfağıyla esaslı bir biçimde tanışıyoruz. Sezonu tam gelmese de Mikonos'un gözlerindeki alevi görebiliyorum, her an patlamaya müsait. Bir de buraya yazın gelinir, bam bam bam eğlenilir diyoruz ve eve dönüş için kafaları sıfırlıyoruz.
SANTORİNİ
Bir de beni tek çeksene burada
Geldik komşunun en şöhretli adalarından birine... Brad Pitt ile Angelina Jolie'nin evi mi, her yaz buraya akın eden jet sosyete mi, daracık sokakların arasında izdiham oluşturma potansiyeli hayli yüksek turistler mi?.. Ne ararsanız var Santorini'de... Mavi çatılı ve beyaz cepheli evlere bakıp deniz seviyesinden yaklaşık 300 metre yukarıya konumlanmış olan bu adaya hayran ola ola geziyoruz. Bu esnada bölgedeki adaların pazarlanmasında önemli pay sahibi olan mavi-beyaz evlerin öyküsünü de öğreniyorum. Meğer 1970'lerde Yunanistan'da gerçekleşen askeri darbe sonrasında cunta yönetimi adalardaki tüm evlerin Yunanistan bayrağının renklerine boyanmasını emretmiş. Eh günümüzde bu askeri fikrin bir turizm unsuru olarak karşımıza çıkması da enteresan bir ironi herhalde. Santorini epey güzel hatta çok güzel bir yer. Her taraftan ayrı bir manzara çıkıyor. "Beni bir de tek çek" cümlesini her lisanda duyabileceğiniz ada burası. Ancak fiyatlar da epey pahalı. Eh ne dedik jet-set'in mekanı olmuş buralar. Öyle ki mücevherat mağazalarından geçilmiyor, bir bardak capuccino 6 euro'ya satılıyor. Gel gelelim Oia ve Fira köylerinin manzaralarına ise paha biçilemiyor. Özellikle Fira'da günbatımını izlemek herhalde ahir ömrümüzde şahit olabileceğimiz en büyülü anlar listesinde ilk üçe şimdiden adını yazdırıyor.