Havalar ısınmaya başladı. Bence ilkbaharda keşfetmeye değer şehirlerden biri de Macaristan'ın başkenti Budapeşte. Tuna'nın iki kıyısında kurulan Buda ve Peşte'nin birleşmesinden oluşan şehri ilk gördüğümde vuruldum. Prag gibi gotik, Viyana gibi elit bir kent değil Budapeşte. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na da başkentlik yapan şehir; İstanbul gibi yaşlanmış ama güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş bir kadın gibi... Macaristan, dolayısıyla başkent çağlar boyunca istilaya uğramış. Moğollar, Osmanlı İmparatorluğu, Nazi, SSCB ve daha niceleri... Tarihin her anında çekilen bu acılar, şehrin geniş caddelerinin kenarlarına sıralanmış binalarda da kendini gösteriyor. Ana cadde üzerindeki binaların bir kısmı restore edilip yenilenmiş ama ara sokaklardakiler yılların izlerini üzerlerinde taşıyorlar; biraz terk edilmiş, biraz yıpranmış, biraz hüzünlü...
MUHTEŞEM MANZARALI TEPE
Ama Tuna... Adına türküler yakılan Tuna, şehrin acılarını alıp süpürmek için akıp duruyor. Dağlık Buda ve düzlük Peşte arasındaki nehir; köprülerle birbirine bağlanmış. Köprülerin hepsi birbirinden güzel ama en ünlüsü ve özeli Zincirli Köprü. Aslanlı Köprü de denilen köprünün öyküsüne gelince... 1849'da Zincirli Köprü hizmete açılana kadar Tuna Nehri'nde Buda ve Peşte'yi birbirine bağlayan ve sadece ilkbahar ve sonbahar arasında kurulan dubadan bir köprü varmış. 1820'de Kont Istvan Szechenyi, babasının cenazesine gitmek için bir hafta beklemek zorunda kalınca Buda ve Peşte'yi kalıcı olarak birleştirecek bir köprü yapma fikri ortaya çıkmış. Söylenen o ki; Zincirli Köprü yapıldığı zaman mimarı eserine o kadar çok güveniyormuş ki, bir kusur dahi bulunursa kendisini köprüden atacağını söylemiş. Köprüyü inceleyenler bir hata bulamazken küçük bir çocuk çıkmış ve "Köprü üzerindeki aslanların dili yok" demiş. Bunun üzerine mimar, köprüden atlayıp intihar etmiş. Budapeşte'de gezilecek o kadar çok yer var ki... Hem zamandan kazanmak, hem de olabildiğince fazla yer görmek için turistik otobüsleri tercih ettik. Üstelik bu otobüslerde Türkçe rehberlik hizmetleri de vardı. Böylece daha önce belirlediğimiz noktaları rahatça ziyaret edebildik. Buda tarafından görülecek yerlerin başında Kale Tepesi geliyor. Burada Kraliyet Sarayı, Matyas Kilisesi, Ulusal Galeri, Tarihi Müze ve Balıkçılar Burcu gibi turistik mekanlar var. Gellert Tepesi ise muhteşem bir Budapeşte manzarası sunuyor. Bir rivayete göre; tepe, adını Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyen paganların Piskopos Gellert'i bir varil içerisinde tepeden yuvarlayıp öldürmesinden ötürü almış. Tepenin eteklerinde Gellert'in bir anıtı bulunuyor. Özgürlük Heykeli (Szabadsag szobor) de burada bulunuyor. Bu heykel, ülkede II. Dünya Savaşı'ndan sonra süren komünizme ait tek hatıra. Budapeşte'nin 1945 yılında Rus ordusu tarafından Naziler'den kurtarılması anısına dikilmiş.
CASUSLARIN KONAKLADIĞI OTEL
Peşte ise daha hareketli. Görkemli parlamento binası, Kahramanlar Meydanı, Macar Bilimler Akademisi, Kadınlar Pazarı, Opera Binası, Komünizm Müzesi, Terör Müzesi... Macar Bilimler Akademisi mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Düşünsenize; çocukluğumuzda elimizden düşürmediğimiz Rubik küpün mucidi mimar ve heykeltıraş Ernö Rubik'in de 1990'lı yıllarda başkanlık yaptığı akademiden kimler geçmemiş ki; Dennis Gabor, Türkolog Prof. Dr. György Hazai, tarihçi Antal Gevay... Beni en çok etkileyen mekanlardan birisi Hotel Astoria. 1914'te açılan otel, 20. yüzyılın en önemli olaylarına tanıklık etmiş. I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş dönemlerinde casusların konakladığı otelin bodrum katlarında işkence odaları varmış. 20. yüzyılın başında kurulan otelin dekorasyonu o günden bu yana değişmemiş. Otelin içine girince adeta 20. yüzyılın başlarına yolculuk yapıyorsunuz. Hatta otelin alt katındaki Mirror Cafe'de otururken kendinizi casuslar arasında hayal edebilirsiniz. Çok yorulduysanız, Kahramanlar Meydanı'nın yanı başındaki Varosliget yani şehir parkında soluklanın. Uçsuz bucaksız ağaçların ve yapay göllerin arasında kendinizi şehirden soyutlayın. İster yürüyüş yapın, ister banklarda oturun, isterseniz yere serdiğiniz yaygının üzerine uzanın. Budapeşte geceleri ise başka güzel. Tekne turuyla Tuna Nehri'nde seyahat ederken, gündüz gördüğüm o güzel binalar ve köprülerin gece ışıklandırması o kadar güzel ki, kendimi Alice Harikalar Diyarı'nda buluyorum. Her anı fotoğraflamak istiyorum, sonra kendimi anın güzelliğine bırakıyorum.
TERÖRÜN ÇİRKİN YÜZÜNÜ SERGİLEYEN MÜZE
Budapeşte'de gördüklerim arasında en ilginç yerlerden biri Terör Müzesi'ydi. Dünyada tek olma özelliği taşıyan müzenin çatısının sunaklarındaki gamalı haç, yıldız ve terör yazısı; binanın sergilediği dehşetin göstergesi II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası yaşanan acıları unutmak istemeyen Macarlar, müzeyi 24 Şubat 2002 yılında açmış. Macarların önce Hitler, sonra da Stalin tarafından gördüğü zulmü etkileyici bir şekilde gözler önüne seren müze, Alman işgali sırasında Nazilerin, komünist dönemde ise devletin kullandığı bir karakol binasıymış. Dört katlı binanın giriş katında Rusların işgal sırasında kullandıkları bir tank, duvarlarda ise katledilen insanların fotoğrafları var. Müzenin her köşesine yerleştirilen ekranlardan katliama şahit olan insanlarla yapılan söyleşiler yayınlanıyor. Şiddete dair neler yok ki bu binada... En ürpertici olanı işkence odalarının bulunduğu zemin kat. Bir asansöre onlarca insanla binip bir gerilim müziği eşliğinde ağır ağır bilinmeze doğru giderken karşılaşacağınız ortamın dehşetini iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Kapı açılınca işkence ve infaz odalarıyla yüz yüze kalıyorsunuz. İnsanı geren bu müze, psikolojik olarak da çok iyi inşa edilmiş. Binadan dışarı çıktığınızda tüm dehşeti içeride bırakıyorsunuz, ama etkisinden kurtulmak o kadar da kolay olmuyor...
ÇİGAN GECESİNDE 'BİRLEŞMİŞ MİLLETLER' BULUŞMASI
Budapeşte'ye gidenlerin mutlaka bir Çigan gecesine katılmasını tavsiye ederim. Buda tarafında ormanlık bir alan içinde kurulmuş mekana gittiğimde, kendimi birkaç yüzyıl geriye ışınlanmış gibi hissettim. Ahşap masa ve sandalyeler, tavandan sarkan kurutulmuş sebzeler, duvarlara asılı geçmiş yıllara ait objeler... Sahnedeki Çigan orkestrası, hareketli müzikleriyle konukları eğlenceye davet ediyor. Menüde ise Macar mutfağının en meşhur yemeği gulaş ve ördek eti var. Ama bu mekanın en ilginç yanı onlarca farklı ülkeden gelen yüzlerce turistle aynı havayı solumak. Din, dil, ırk önemini yitiriyor; yan yana, omuz omuza eğleniyoruz. Her ülkenin şarkılarını yorumlayan orkestra biz Türkleri de Üsküdar'a Gider İken ve bir Tarkan şarkısıyla selamlıyor. Farklı kültürden insanlarla olmak iyi geliyor.
YOL GÖSTERİCİ TUĞRUL KUŞU
Kentin dört bir yanı Tuğrul Kuşu'yla süslü. Macarların kökenleri tartışmalı olsa da; 9. yüzyıla kadar Avrasya'nın ovalarında yaşayan göçebe topluluklar oldukları yönünde. Urallardan 10 tane boy olarak gelen, üç boyun Avrupa'ya yayılarak kaybolduğu, geri kalan yedi boyun ise Arpad önderliğinde Macar topluluğunu oluşturduğu söyleniyor. Bir rivayete göre de Tuğrul Kuşu, Budapeşte'nin bulunduğu yere konarak Urallardan gelen topluluğa yerleşecekleri yeri göstermiş.
GÖZ ALICI BİR MEKAN
New York Cafe, Budapeşte'nin en göz alıcı mekanlarından biri. Evet, çok turistik ama oraya kadar gidip de görmemek olmaz. Barok stilde yapılan kafe, dönemin şaşaasını çok güzel yansıtıyor. Yüksek tavanlı kafe; büyük sütunları, görkemli duvar ve tavan işlemeleri, kadife sandalyeleriyle sizi 19. yüzyıla götürüyor. Aynı anda yüzlerce kişiyi ağırlayan kafede; hizmet çok seri. Kuyruklu piyanonun başındaki müzisyenin şarkıları eşliğinde yemeğinizi yiyip kahvenizi yudumlayabilirsiniz.