Bir şeyi çok isterseniz olurmuş! Benim de en çok görmek istediğim şehirlerden biri Prag'dı. Milan Kundera'nın
Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabındaki o 'Prag Baharı' tasvirinden sonra hiç tanımadığım ve bilmediğim bu şehrin büyüsü beni sarmıştı. Prag Baharı'nı yaşamayı ve coşkuya ortak olmayı ne kadar çok hayal ettim... Nihayet kısa bir süre önce kendi baharımı yaşamak için Prag'a uçtum. Elbe'nin bir kolu olan Vltava nehrinin ikiye böldüğü şehir, henüz havadayken etkisi altına aldı beni. Tam bir masal şehri... Ama hüzünlü bir masal kenti... Tüm güzelliklerine rağmen acılar da barındırıyor. 2. Dünya Savaşı sırasında Avrupa'da taş üstünde taş bırakmayan Hitler'in bu şehri bombalamamasının nedeni kentin mücadele etmeden teslim olması. Ancak binlerce Praglı Yahudi'nin Nazi kamplarına gönderildiğini hatırlayınca içiniz burkuluyor. Yahudi Mahallesi'nde o günlerin izlerine rastlıyorsunuz. Havaalanından indikten sonra ilk durağım şehrin can damarı olan Eski Şehir oldu. Cechuv Köprüsü'nden Eski Şehre Paraziska Caddesi üzerinde yürürken bazı apartmanların önlerindeki pirinç levhaları görünce merak ettim; bunlar o apartmanlarda yaşayan ve 2. Dünya Savaşı'nda öldürülen Yahudiler'in isimleriymiş... Meydana yaklaşınca masal kitaplarından fırlamış gibi duran kulesiyle Tyn Kilisesi'ni gördüm. Söylenen o ki; Disney'in imzası olan şatonun esin kaynağı bu kulelermiş. Öldürülen reformist din adamı Jan Hus'un da bir dönem düşmanlarından gizlendiği kilise, etkileyici bir görüntüye sahip. Kilisenin önündeki meydanda Hus'un heykeli yükseliyor. Tyn Kilisesi'nin tam karşısında, saat kulesine bitişik kırmızı binaya dikkatli bakınca kapısının olmadığını fark ettim. Prag'ı savaşmadan teslim alan Hitler, yöneticilere gözdağı vermek için belediye binasını bombalamış. Daha sonra onarılan bina, yaşananlar unutulmasın diye kapısız bırakılmış.
HANUŞ USTA'NIN SAATİ
Ardından Hanuş Usta'nın yaptığı saat kulesini gördüm, yani Astronomik Saat'i. Hani yaptığı eser dönemin yöneticisi tarafından beğenildikten sonra aynısını yeniden yapmasın diye gözleri kör edilen Hanuş Usta'nın saati... Saat, her saat başı izleyenlere görsel bir şölen sunuyor. Bir horoz ötüşüyle birlikte saatin yanındaki dört kukladan biri olan ve ölümü temsil eden kuklanın işaretiyle birlikte 12 havari halkı selamlıyor. Kibri temsil eden elinde ayna tutan kukla, açgözlülüğü temsil eden keseli kukla ve yaşama sevincini temsil eden mandolinli kukla ise; başlarını sağa sola sallayıp ölümü reddediyor. Ne naif bir anlatım değil mi? Ardından Vltava Nehri'nin kenarında bir gezintiye çıktım. Her tarafı ıhlamur kokuları sarmıştı. Şehrin masalsı güzelliğine bir koku bu kadar mı yakışır! Evet, eğer her şehrin bir kokusu varsa, Prag'ın kokusu da ıhlamur olmalıydı. Tarihiyle yapısıyla büyüleyen bu kentte ilginç sürprizler de yok değil. Bunlardan biri de uzaktan bakıldığında dans eden bir çifte benzeyen Dans Eden Ev. Bina, ünlü dansçı çift Frag ve Ginger'den esinlenilerek inşa edilmiş. Akşam katıldığım nehirdeki tekne turunda bu güzellikleri ışıklar içinde görmek çok etkileyiciydi. Nehirde yüzen kuğular, o güzelim binaların suya yansıyan silüeti... Bu arada tekneler, Karlov Köprüsü'nden geçerken kendi çevrelerinde 360 derece dönüp köprüyü selamlıyor.
REKORLAR KİTABINDAKİ KALE
Ertesi gün ilk durağım Prag Kalesi oldu. Prag Kalesi, Guinness Rekorlar Kitabı'na göre dünyanın en büyük antik kalesi. Bugün Çek Cumhuriyeti devlet başkanlarının ofisinin bulunduğu kale; Bohemya ve Kutsal Roma İmparatorluğu'nun krallarına evsahipliği yapmış. Kalenin girişinde askerlerin nöbet değişim saatine denk gelmek hoş bir tesadüf oldu. Her gün tam saat 12.00'de yapılan bu görsel şovdan sonra eski sarayın koridorlarında gezinmek, zamanda yolculuk yapmak gibiydi. Bu sarayda en çok etkilendiğim şey; kütüphane oldu. Bir de her biri sanat eseri gibi olan o çini sobalar. Sarayın terasına çıktığımda ise nefes kesici bir panoramik manzarayla karşı karşıya geldim. Saray kilisesi olarak yapılan Aziz Vitus Katedrali, Prag'ın en önemli dini yapısı. Bohemya kral ve kraliçelerinin taç giydiği bu gotik yapının bir bölümünde kraliyete ait değerli mücevherler ve hazineler de saklanıyor. Kral ve kraliçelerin mezarlarının da bulunduğu katedralin dış yüzü, ürkütücü süslemelerle bezeli. Prag'daki son gecemi dünyanın en eski birahanelerinden U Fleku'da geçirdim. 1499'da açılan ve ahşap işlemeli tavanı, basit ahşap masa ve sandalyeleri, güzel bahçesi ile yüzyıllara meydan okuyan mekanda otururken, "Kimler geldi, kimler geçti" diye mırıldanmaktan kendimi alamadım.
KAFKA'NIN 22 NO'LU EVİ
Gelelim 'Altın Yol'a yani, kralların taç giydikten sonra Eski Meydan'a gitmek için geçtikleri yola... Bu daracık sokaktaki minik yapılar; ardımda bıraktığım kale kadar etkiledi. Çünkü binalarda dönemin yaşantısı gözler önüne seriliyor. Demircisinden terzisine pek çok meslek erbabının hem iş, hem de özel hayatını görebiliyorsunuz. 22 no'lu evde kısa bir süre Franz Kafka yaşamış. Yazar en iyi eserlerinden bazılarını burada, taş kulübesinde yazmış. Eve girip yazarın eserlerini inceleyebilir ve hediyelik eşyalardan alabilirsiniz. Altın Yolu takip edip Karlov Köprüsü'ne çıkınca sanki bir panayır alanına girmiş gibi oldum. Vltava'nın iki yakasını birleştiren köprü, Kral IV. Karl tarafından yaptırıldığı için onun adıyla anılıyor. Köprünün iki tarafındaki görkemli kuleler, buranın aynı zamanda bir kale köprüsü olduğunu da gösteriyor. Köprünün üzerindeki heykeller arasında en dikkat çekici olanlarından biri elinde kırbaç olan bir Osmanlı heykeli. Köprü üzerinde becerilerini sergileyen sanatçıların ürettikleri el emeği hediyelik eşyalarla dolu tezgahlar, tarihi dokuyu canlandırıyor. Ne yalan söyleyeyim; insan sadece bu köprüde bile bir gün geçirebilir.
MEMET, MEMLEKET, HASRET...
Nazım Hikmet'in ayak izlerinin peşine düştüm. Ustanın memleket hasretini kağıda döktüğü Cafe Slavia'da
Absent İçen Adam tablosunun altındaki masaya oturup onun satırlarını okuyarak yad ettim. Memet'i, memleketi, hasretliği iliklerimde hissettim: Şair, memleketten uzak/hasretlerle delik deşik/Eski Kent'te duruyordu/Meydanlıkta yapayalnız/Gotik bir duvar üstünde/Hanuş Ustanın saati/ on ikiyi vuruyordu ya da Önündeyim bir vitrinin/bütün dünya bir oyuncak/kurtlar, ayılar şipşirin/düşüp öldürmeyen uçak/sarı bacalı vapurlar/otobüsler pırıl pırıl/ İstanbul'da bir Memet var/altısına bastı bu yıl. Hemen arka masamda oturan bir çiftin sigara yakmasının yarattığı şaşkınlığı da anlatmadan geçemeyeceğim. Böylece sürprizlerle dolu bu şehirde Çek Cumhuriyeti ile ilgili bir gerçeği de öğrenmiş oldum; Türkiye ve diğer Avrupa ülkelerinin aksine burada kapalı alanlarda bile sigara içilebiliyor. Ancak Prag Otogarı'nda içmek yasak! Açık hava olmasına rağmen!