Kendi içimden bir şarkı tutturmuşum... Yazdan kalma bir günden ya da
Çölde Çay filminden diyerek Teoman'ın şarkısının ilk mısrasını mırıldanıyorum. Güneş yakmıyor, hava kaymak gibi. Arada bulutlar çıkıyor, "Yarın sağanak yağmur yağacakmış" diyoruz ama hiçbir şey olmuyor. Ve Monaco yolculuğumuz böyle başlıyor. Nice'ten Monaco'ya transferimiz gerçekleşirken ilk durağımız La Reserve Restaurant... Bir kaptan köşkünde oturuyor gibiyiz. Deniz önümüzde uzanıyor. Şef Sebastien Mahunet'nin elinden çıkma leziz yemekler eşliğinde bu eşsiz manzarada keyifleniyoruz. Bir tarafta kocaman Nice'e sahili, öte yande yemyeşil tepeler. Tepede, denize düşecekmiş gibi duran bir evin Sean Connery'ye ait olduğunu öğreniyorum. Bu keyifli yemekten sonraki durağımız Eze olacak ama yolda bir küçük mola verip Ville de Franche'e tepeden bakalım diyoruz. Manzara büyüleyici. Bol bol fotoğraf çekiliyor. "Dönüşte mutlaka uğrayalım" diyoruz. Ve ver elini Eze... Heyecanlıyım çünkü Eze'i ilk kez göreceğim. Herkes küçük bir masal köyü olduğunu anlatıyor Eze'in. Nice 10 kilometre uzaklıktaki köye geldiğimizde bizi zorlu bir tırmanış bekliyor. Denizden 450 metre yükseklikteki bu Ortaçağ kasabasının daracık sokaklarında kendimizi masalların içine girmiş gibi hissediyoruz. Çiçekler, küçücük dükkanlar, galeriler, yeşillik ve 450 metreden aşağıya bakmak... Kesinlikle başdöndürücü. Köyde otomobil yok. Yüze yakın insan yaşıyor. Tarihi, 12. yüzyıla kadar uzanan bu küçük köyün daracık sokaklarında dolaşırken, en tepeye çıkıp Akdeniz'e bir selam gönderiyoruz. Köyde müthiş güzel iki otel var. Fiyatlar pahalı olsa da özellikle balayı çiftleri tarafından çokça tercih ediliyor. Küçük mağazalardan yörenin yerel parfümlerinden, sabunlarından alıp Monaco'ya doğru gitmek üzere yola koyuluyoruz. Monaco, eylül nedeniyle yaz kalabalığını ardında bırakmış gibi. Yoksa meşhur Monte Carlo Casino'nun önü birbirinden lüks arabalarla dolu olur. Ama bu kez öyle değil. Sahildeki otelimiz Meridien'e yerleşiyoruz. Balkonumuzun önünde bembeyaz bir kumsal var. Denize giriyoruz, güneşleniyoruz ve akşamüstü Cafe de Paris'deki yerimizi alıyoruz. Sanki dünya önünüzden geçiyor. Bazen hiçbir şey konuşmadan gelip geçen insanları izlemek bile iyi geliyor. Ertesi gün öğle yemeği için adresimiz Hotel de Paris... Atmosfer güzel, yemekler şahane... Akşam olunca büyük kumarhaneye giriyoruz. Ama eski canlılığından eser yok gibi geliyor bana... Kimi makinalarda şansını deniyor küçük meblağlarla, kimi poker masalarında büyük oynuyor. Bir keresinde oradan çıktıktan sonra iki saat taksi beklediğim için fazla geçe kalmadan otele dönüyoruz. Gündüzler sabah sporu ile başlıyor. Sonra çay, kahve sohbetleri... Monaco'da hayat sanki hep bu tadda yaşanır gibi. Ama dünyanın en pahalı kentinde olduğumuzu unutmayalım. Monaco'nun nüfusu 32 bin. Sadece altı bini Monakolu, diğerleri ise yabancı.
EV KİRALARI VE FİYATLARI TABİİ Kİ ÇOK PAHALI
Son akşamımızda yemeğimizi Fairmont Otel'in giriş katında yer alan Nobu'da alıyoruz. Yemekten sonra da otelin terasına çıkıyoruz. Bir cumartesi akşamı için oldukça sakin... Bizim grubun Türk olduğu anlaşılınca DJ Ajda ve Tarkan'dan birer parça çalıyor. Keyifliyiz. Ertesi gün planımız büyük gruptan ayrılıp iki arkadaş Saint Tropez'ye gitmek. Şoförlü bir araç kiralayarak yola koyuluyoruz. Şoförümüz sürekli "Şanslısınız, trafik yok" diyor. Yaz aylarında üç kilometrelik mesafeyi iki saatte aldıklarından söz ediyor. Brigitte Bardot'nun meşhur ettiği Saint Tropez'de ilk hedefimiz o gün kurulan pazara yetişmek ama kaçırıyoruz. (Ah kadınlar!!!) Gidenler pazarı anlata anlata bitiremiyor, aklınızda olsun. (Cumartesi günleri saat 13.00'e kadar açık.) Otelimiz bir çiftlik evi... 46 odalı, yeşillikler içinde. Ama günü kaçırmamak için eşyalarımızı bırakıp hemen Bagatelle Beach'e gidiyoruz. (Tabii önceden yapılmış bir rezervasyonla.) Uzun süredir göremediğim eğlenceyi burada buluyoruz. Saat 15.00 civarı masaların üzerinde eğlence başlıyor ve 17.00 gibi doruk noktasına ulaşıyor. Birlikte tatil yapan bir Rus erkek grubunun yaptıkları şovlar ve su gibi harcadıkları para herkesin dikkatini çekiyor. Kadınlar ve genç kızlar bir başka masada dans ediyor ve sonunda hepsinin yolu aynı masa üzerinde kesişiyor, eğlence son hızla devam ediyor. Akşam yemeği için Saint Tropez'ye dönüyoruz tekrar (arabayla 7 dakika). Ve şehrin gece bambaşka bir ruha büründüğünü görüyorum. Daracık sokaklarda kurulmuş masalarda dünyanın dört bir yanından insan var. Herkesin üzerinde Akdeniz ruhu ve havası. Gevşemiş, rahat ve hayatın tadını çıkaran insanlar... Muhteşem yatlar, yatlarda partiler, sokaklarda gösteri yapanlar. Siz duruyorsunuz, hayat akıyor. Çok aşırı sıcaklarda, yani ağustosta bu seyahat böyle keyifli yapılır mıydı bilemiyorum ama eylül ayında Fransız Rivierası'nda olmak ayrı bir güzelmiş. Doğanın yavaş yavaş renk değiştiren örtüsü, bulutlar, sessizlik, masmavi deniz kalabalık yaz günlerinden sonra insana iyi geliyor. Ama... Bu bölgelerin hiçbirinde hiçbir şey ucuz değil ne yazık ki... Ancak sezon sonu olduğu için fiyatların daha makul olduğunu söyleyebilirim.