Memleket
ahalisi Assos'u iyi bilir. Yolculuğu sevenler mutlaka uğramıştır bu şirin beldemize. Kadırga Koyu'nda ya da limandaki otellerde konaklamış, lokantalarda karnını doyurmuştur. Hemen herkesin bir anısı vardır Assos'la ilgili ama çok az yurttaş "Yahu şu Behramkale'nin ilerisinde ne var?" diye merak etmiştir. Merakının peşine takılmayı bilenler Assos'un ötesine geçmiştir ve bir daha da kolay kolay geri dönmemiştir. Yani geri dönmüştür ama tekrar oralara gitmekten kendini alıkoyamamıştır. Bundan yaklaşık 20 yıl kadar önce aynısı benim de başıma geldi. Birkaç gündür Assos limanında çok güzel bir otelde kalıyorduk. Eski yol arkadaşıma bir sabah "Hep buraya kadar geliyoruz ama ben Türkiye'nin batıdaki en uç noktası olan Babakale'yi çok merak ediyorum. Hem yakınlarında Apollon Tapınağı da var. Sen arkeolojiyi seversin. Gidelim mi?" diye sordum. Yola çıktık. Yolumuz yarımadanın tam ortasındaki tepenin üstünde yer alan ovadan akıp gidiyordu. Behramkale'den yola çıktıktan yaklaşık 10 dakika sonra Korubaşı adında bir köye ulaştık. Dar sokakların iki yanına kurulmuş bahçeli taş evlerle dolu bir köydü burası. Bir çay içip yolumuza devam ettik. 4-5 kilometre sonra Bektaş köyündeydik. Muazzam bir yerleşim estetiği vardı. Doğayla fazla oynanmamış, sokaklar kayaların, küçük küçük vadilerin akışına göre yönlenip gidiyordu. Köyün kahvesinde oturduk ve ahaliden birkaç kişiyle sohbete daldık. Bu taş evleri Midilli'den gelen taş ustalarının yaptığını söylediler.
MERAK KEDİYİ SEVİNDİRDİ
Bektaş'tan birkaç 100 metre sonra Balabanlı köyü başlıyordu. Bu köyler hep yolun iki yanında kurulmuştu. Balabanlı'dan çıktıktan bir müddet sonra sağ tarafta Çamkabalak köyü diye bir tabela gözümüze çarptı. Köy ilerdeki küçük tepelerin ardında belli belirsiz kendisini gösteriyordu. Direksiyonu kırdığımda yol arkadaşım, "Ya yine mi ana yoldan çıkıyorsun. Hani doğrudan Apollon Tapınağı'na ve Babakale'ye gidecektik?" diye tekerleğimize taş koymaya çalıştı. Hemen bakıp çıkacağımızı söyledim. Zaten biz tartışırken köye varmıştık. Çok farklıydı. Taşlar rastgele üst üste koyularak meskene benzetilmiş evlerde yaşıyordu insanlar. Bazı taş duvarların üstünde çatı da yoktu, kıl çadırlarla örmüşlerdi mekanları. Biraz sonra anladık ki burası bir Yörük köyüydü. 20-30 yıl kadar önce Kaz Dağları'nda dolaşıp duran göçerlere yerleşmeleri için bu kayalık, taşlık bölge verilmişti. Rengarenkti giysileri. Evlerinde halı, kilim tezgahları vardı. Bir heybe ve küçük bir kilim alıp vedalaştık Yörüklerle. Anayola dönüp menzilimize doğru devam ediyorduk. Koyunevi köyündeydik artık. Köy girişinin sol tarafında paslı bir teneke parçasının üstüne yazılmış Sokakağzı tabelası dikkatimi çekti. Birkaç pansiyonun adının yazılı olduğu birkaç yeni tabela da göze çarpıyordu. Arkadaşım "Sen şimdi buraya da girmek istersin. Yapma Allah aşkına yola baksana koca koca kayalarla kaplı" diye bir ikazda bulundu. Atalarımızın "Merak kediyi öldürür" deyimi geldi aklıma ama yine de kendimi tutamayıp girdim Sokakağzı yoluna. Yolun iki yanında yüksek çam ağaçları vardı. Çamlar ansızın bitti ve yükseklerden, çok çok yükseklerden bir deniz manzarası açıldı önümüzde. İnsanın aklını başından alacak, dilsizleştirecek kadar güzeldi manzara. Hayat ne kadar güzel... Açıklarda Antikçağ'ın büyük kadın şairi Sappho'nun yaşadığı Midilli Adası uzanıyordu sere serpe. Bol taşlı toprak yoldan dikkatlice inip sahile kavuştuk. Birkaç küçük pansiyon, iki otel ve üç de lokanta vardı kıyı şeridinde. Zeytin ormanlarının içinde 10 kadar köy evi seçiliyordu. Hepsi o kadar. Sahilin sol tarafına yönelip yolun bittiği noktada kurulmuş Özlem Motel'in önünde durduk. Bir aile işletmesiydi burası. Anne, baba ve Özlem adında küçük kızları yaşıyordu. "Gitmeyelim Assos'a, burada kalalım" dedi yoldaşım. Kaldık. Sahilin hemen kıyısındaydı tüm tesisler. Gün boyu denize girdik.
BİR AİLE İŞLETMESİ
Sokakağzı adında bir lokantada akşam yemeğine oturduk. Hüseyin Evcimen'di buranın sahibi. Buraya yakın bir köyde doğmuş. Ankara'da iktisat okumuş. Sonra Sokakağzı'ndan Sezgin adında dünya iyisi bir kıza âşık olmuş ve büyük şehirleri terk edip gelip buraya yerleşmiş. Daha sonraki yıllarda aralarına Selen katıldı. Bıcır bıcır bir deniz bebeğiydi. Hüseyin de birkaç yıl sonra köyün muhtarı oldu. Lokantanın arkasında çok güzel küçük bir otel de açtı. Orada yaşayıp gidiyorlar. Daha sonraki yıllarda gittiğimizde ya köyden bir ev tuttuk veya Hüseyin'in otelinde kaldık. Sezgin'in şimdi 94 yaşında olan dedesi balıkçılıkla uğraşır, hemen her gün taze balıklarla dönerdi seferden. Hâlâ da ara sıra çıkıyor. Ayrıca dönümlerce arazilerinde ilaçsız yetiştirdikleri sebze ve meyveleri getiriyorlar sofraya. Ve çok güzel de Ege usulü mezeler yapıyorlar. Bundan iyisi Şam'da kayısı değil de nedir? Sokakağzı'nda Ergül Motel adında bir işletme de var. Şenol Önal ve eşi Gülperi Hanım işletiyor bu oteli. Çok da şirin bir lokantası var. Manzaralı üstelik. Şenol muhteşem balık pişiriyor, ahtapotları da çok lezzetli. Gülperi Hanım'ın elinden çıkan mezeler de nefis. Deneyin, tadın. İnanıyorum ki bana teşekkür edeceksiniz.
ÇİFTÇİLERİN KORUYUCUSU
Köye gitmişken orada çakılıp kalmadık tabii ki. Ara sıra anayola çıkıp çevreyi de gezdik. Siz de öyle yapın. Sokakağzı'nın yaklaşık 16 kilometre batısında Apollon Tapınağı var. M.Ö. 200 yıllarında yapılmış. Apollon Smintheus deniliyor buraya. Smintheus fare anlamına geliyor. Gülpınar beldesinin çıkışında yer alan bu alan antik Troya şehrinin bir uzantısı. Apollon Smintheus, Troya şehrindeki Athena tapınağından sonra Troas'ın en önemli ikinci kutsal alanı olarak kabul ediliyor. Apollon Smintheus çiftçileri farelerden koruyan bir tanrı olarak Troas bölgesinde ortaya çıkıyor. Burası Ayvacık'a 52, Bozcaada Yükyeri iskelesine 40 kilometre uzaklıkta. Tapınak alanındaki ilk kazılar 1866 yılında başlıyor, daha sonra üzerine bir zeytinyağı fabrikası inşa edildiği için unutuluyor. 1982 yılında fabrikanın kamulaştırılarak yıkılması ile tekrar ortaya çıkarılıyor. Yanındaki bir diğer fabrika da restore edilerek küçük bir müze haline getiriliyor. Burası Ege'deki en ilginç ören yerlerinden biri gidin, görün seveceksiniz. Gülpınar'dan yaklaşık 10 kilometre daha ilerlediğinizde Türkiye'nin batıdaki en uç noktası olan Babakale'ye varıyorsunuz. Burası tarihi büyük bir kalenin bulunduğu köy. Ege adalarına sefer yapan Osmanlı savaş kalyonları bir fırtınadan kurtulmak için bu limana sığınıyorlar. Yeniçerilerin dini önderi olan Bektaşi din adamı Sultan Baba rahatsızlanarak burada vefat ediyor. Askerler de naaşını getirip bu kaleye defnediyor. Köyde yerleşik olanlar Türkmen ve Yörüklerden oluşuyor. Herkes birbirini tanıyor. Kimse kapısını kilitlemiyor. Ahalinin çoğu balıkçılıkla geçiniyor. Köyde üç lokanta var. Ot yemekleri meşhur, bir de balıkları çok taze ve lezzetli.
EN GÜZEL DOMATESLER BU OVADAN
Tekrar Gülpınar'a dönün ve kuzeye doğru uzanan yola vurun kendinizi. Türkiye'nin en güzel ovalarından birine çıkacaksınız. Burası Tuzla Ovası. Ortasından tuzlu bir dere akar ve irili ufaklı tuz gölleri oluşturur bu dere. Mevsiminde İstanbul pazarlarında kocaman, boğum boğum çok lezzetli domatesler satılır. Hem salatada hem de salça yapımında kullanılır. Elle ikiye, üçe, beşe bölünür. Üstüne tuz dökülür ve katıksız olarak afiyetle yiyilir. İşte bu domates Tuzla Ovası'ndan gelir. Yüzyıllardır aynı tohum kullanıldığı için nesli devam eder bu sebzenin. Mevsiminde giderseniz bir bostanın kenarında durup birkaç kilo domates alın. Bir çeşme başına oturun. Yanınıza tuz almayı unutmayın. Sonra ne yapacağınızı biliyorsunuz artık...