Daha çok Osmanlılar'da yaygın olan şehzade tabirine başka adlarla da olsa bütün İslâm ve Türk devletlerinde rastlanmaktadır. Devlet yönetimine ait eserlerde ve özellikle siyâsetnâmelerde hükümdar çocukları ve onların yetiştirilmeleriyle ilgili bir bölüm mutlaka yer alır. Şehzadelerin doğumu, öğrenime başlaması, evlenmesi, bürokraside görev alması, veliaht olması belli mertebelere göreydi. Bilhassa sünnetleri ve düğünleri günlerce süren merasim ve eğlencelere, hil'at ve hediye takdimine vesile olurdu. Emevîler döneminden itibaren halife çocuklarına verilen ihsan ve atıyyelerin belli bir maaş düzenine kavuşması Abbâsî halifelerinden Mu'tazıd-Billâh dönemine (892-902) rastlar (Zehrânî, s. 174). Şehzadelerin iyi yetişmesi amacıyla doğumlarından itibaren gerekli tedbirler alınır, eğitilip yetiştirilmeleri için devrin önde gelen âlimleri görevlendirilir ve bunlara "müeddip" adı verilirdi. Muâviye b. Ebû Süfyân'dan itibaren Emevî halifeleri çocuklarını fasih Arapça öğrenmeleri için Suriye çöllerindeki Arap kabilelerine gönderiyorlardı. Abdülmelik b. Mervân oğlu Velîd'i çok sevdiğinden onu yanından ayırmamış, fakat konuşmalarında hata yapmaya başlayınca bâdiyeye göndermediğine pişman olmuş, Velîd en iyi Arapça hocalarından ders almasına rağmen bu eksikliğini giderememiştir (İbn Abdürabbih, II, 309; V, 171). Şehzadeler genellikle halifeler tarafından belirlenen eğitim ve öğretim programları çerçevesinde Kur'ân-ı Kerîm, hadis, tarih, ahlâk ve Arap dili ve edebiyatı dersleri de alıyorlardı (İbn Kuteybe, II, 182-183; İbn Haldûn, s. 539). Halife ve sultanlar müeddiplere maaşlarının yanında ayrıca ihsanlarda bulunur ve disiplinden tâviz vermemelerini özellikle tembih ederlerdi. Fâtımîler, şehzadelere yönelik eğitimi daha da ileriye götürerek onlarla birlikte bürokraside görev alacak diğer kişiler için özel bir program geliştirmişlerdi (Makrîzî, I, 443). Şehzadelerin özel eğitime tâbi tutulması Endülüs Emevîleri, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, İlhanlılar, Beylikler, Memlükler ve Timurlular devrinde de sürdürülmüştür. Türk devletlerinde şehzadeler küçük yaşlardan itibaren silâh kullanımı, savaş taktikleri, ordu sevki gibi hususlarda eğitilirlerdi. Selçuklular'da ve daha sonra kurulan Türk devletlerinde şehzadelerin eğitim ve öğretiminde aynı zamanda onların nâibi sayılan atabegler önemli rol oynamıştır. İbn Bîbî'nin, Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıcarslan'ın oğullarının bilgili ve faziletli olmalarının yanında hat gibi güzel sanatlarla uğraşanlarının bulunduğuna dair kayıtlar (el-Evâmirü'l-Alâiyye, I, 41) şehzadelerin eğitimine her zaman önem verildiğini göstermektedir. Anadolu'da Farsça'nın etkisiyle XIII. yüzyıldan itibaren şehzadelerin eğitimiyle ilgilenen ve yetişmelerinden sorumlu olan kişilere "lala" adı veriliyordu. Atabeglik kurumunun bir benzeri olan bu kurum Memlük, Akkoyunlu ve Karakoyunlular'da da görülmektedir.
Hükümdar çocukları, tecrübe kazanmaları için idarî ve askerî görevlerle çeşitli vilâyetlere gönderilirlerdi. Emevîler ve Abbâsîler zamanında şehzadeler valilik, kumandanlık, hac emirliği gibi görevler üstlenmiş, veliaht seçimlerinde ve tahta çıkışlarında bu görevlerdeki başarıları önemli rol oynamıştır. Şehzadeliğinde Horasan valiliği yapan Me'mûn'un buradaki başarılı icraatları kardeşi Emîn'e karşı mücadelesi ve hilâfeti ele geçirmesinde etkili olmuştur (Taberî, VIII, 275, 320). Mu'tazıd-Billâh'ın oğlu Müktefî-Billâh idarî hayatına Rey valiliğiyle başlamış, beş yıl süren bu görevi esnasında Dülefîler'i ortadan kaldırarak bölgede yeniden Abbâsî hâkimiyetini tesis etmiş, bundan dolayı 286'da (899) el-Cezîre valiliğiyle ödüllendirilmişti (a.g.e., X, 36-37, 70-71).
Sâsânî geleneklerini yeniden canlandırmak isteyen ve çocuklarına Fennâ Hüsrev, Hüsrev Fîrûz gibi adlar veren Büveyhîler zamanında hânedan mensuplarıyla hükümdar çocuklarına iktâlar verilir, bazı yerlerin idaresi de onlara bırakılırdı. Siyasî ihtilâflar yüzünden şehzadeler arasında yoğun mücadeleler yaşanıyordu (İbnü'l-Esîr, IX, 415-416). Karahanlılar'da şehzadelere "tegin" (tigin), "tegit" ve özellikle hakanın küçük çocuklarına "öge tegit" adı verilirdi. Tegin hem hânedana mensup şehzadeler hem de kölelikten yetişme emîrler için kullanılırdı. Teginler ikili teşkilât esasına göre idare edilen devletin vilâyetlerinde görev alıyorlardı. Gazneliler'de sultanların erkek çocuklarına "hudâvendzâde, melikzâde" adı verilir, hânedanın bütün erkek çocukları için emîr unvanı kullanılırdı (Nuhoğlu, s. 128). Şehzadelere belli bir yaşa gelince birer vilâyet tevcih edilerek devlet işlerinde yetişmeleri sağlanırdı. Emirlik pâyesini kazanan her şehzadenin yanında idarî bir teşkilât vardı ve sultan Abbâsî halifesinden bunlar için unvan talep ederdi. Bir vilâyetin emirliğine tayin edilen şehzade maiyeti ve kendi ordusuyla sultanın önünde geçit resmi yaptıktan sonra yola çıkardı. Görev yaptıkları eyaletlerde hutbede halife ve sultandan sonra adları zikredilir, merkezdeki sultan gibi davranarak kendilerine ait tevkii kullanır ve komşu devletlerle yazışmalar yapabilirlerdi. Bazan şehzade görevlendirildiği vilâyete gitmez, buranın menşuru şehzade adına verilir, işleri onun namına yürütecek vezir makamında bir kethüdâ gönderilirdi. Vilâyetlerde görev yapan şehzadeler yılda bir defa Gazne'ye çağrılarak bir müddet sultanın hizmetinde bulunurdu. Sultan sefere çıktığında şehzadelerden birini Gazne'de vekil bırakırdı. Delhi Türk Sultanlığı'nda hükümdarın erkek çocuklarına şehzade yanında "padişahzade" adı verilir, ergenlik çağına gelince çeşitli eyaletlere vali olarak tayin edilirlerdi. Ordudaki en yüksek rütbe olan han unvanı taşıyan şehzadeler bazan sultanlık kuvvetlerinin başında sefer düzenlemekle görevlendirilirlerdi. Şehzadeler saray protokolünde hükümdarın arkasında yer alırlardı.
Devleti hânedanın ortak malı sayan Türk hâkimiyet anlayışına göre melik unvanı alan Selçuklu şehzadelerine bir bölge veya şehir iktâ edilirdi, kendi ordusu ve gulâmları olan melikler temlik edilen arazilerden geçimlerini sağlarlardı. Şehzadeliği esnasında adına para bastıran, çeşitli seferlere katılarak üstün başarı sağlayan Sultan Alparslan ve Melikşah gibi sultanlar meliklikleri döneminde iktidarın en güçlü adayı olmayı başarıyor ve emirlerle halkın desteğini alarak sultan oluyorlardı. Selçuklu sultanları günde beş defa nevbet çaldırırken şehzadeler üç defa nevbet çaldırırdı. Hârizmşahlar'da da şehzadelere çeşitli bölgeler iktâ edilirdi. Böylece belirli miktardaki askerî kuvvetin kumandanı sıfatıyla bulundukları bölgenin savunmasını üstlendikleri gibi burada idarî sistemin başı olarak görev yaparlardı. Hârizmşah hükümdarları özellikle Cend gibi önemli bölgelerde şehzadeleri görevlendiriyorlardı (İbnü'l-Esîr, XI, 303). Şehzadeler, Cend'i aynı zamanda üs olarak kullanıp daha kuzeye ulaşma politikasına uygun askerî faaliyetler yürütüyorlardı. Devletin sınırlarının genişlemesiyle şehzadenin hâkimiyet sahası da genişliyor ve bazan merkezî hükümete karşı potansiyel muhalefetin oluşmasına zemin hazırlıyordu (Gürbüz, s. 135-136). Şehzadeler bölgenin ordu kumandanlığını üstlendikleri için "emîr-i sipehsâlâr" unvanı taşıyorlardı. Büyük Selçuklular'da olduğu gibi Anadolu Selçukluları'nda da şehzadeler atabeg veya "lala" adı verilen tecrübeli devlet adamlarının gözetimi altında bir eyalet yahut vilâyette görevlendirilir ve kendilerine iktâ verilirdi (İbn Bîbî, I, 57, 371-372). Onlar da görev yaptıkları yerdeki araziyi iktâ mülk ve vakıf olarak istediklerine verebilirlerdi. Yılda bir defa sultanın yanına gelerek faaliyetleri hakkında bilgi verir ve bölgeleriyle ilgili taleplerde bulunurlardı (a.g.e., I, 41). Anadolu beyliklerinde de şehzadeler illerde görevlendirilir, seferlerde ordunun kollarına kumanda ederlerdi.
İlhanlılar'da önemli kararların alındığı kurultayın dâimî üyesi ve aile mirası kabul edilen ülkede hak sahibi olan şehzadeler arasında başhatunun çocuğu diğerlerine göre daha üst mevkide kabul edilir ve Horasan valiliğine tayin edilirdi. Gāzân Han dönemine kadar Cengiz yasasının geçerli olduğu İlhanlılar'da şehzadelerin isyan ve muhalefet hareketleri içerisinde yer almadıkları sürece hayatlarına dokunulmazdı. İlhanlı hânedanının özel mülkleri ve malları demek olan "incü"ler hükümdar veya hânedan üyelerinin çocuklarına miras kalıyordu. Bu veraset hukukuna dayanarak şehzadelikleri sırasında Argun, Ahmed Teküder'e ve Gāzân Han Baydu'ya karşı babalarının Fars'taki incü arazileri üzerinde hak iddia etmişlerdi. İktidarında pek çok uygulamaya yeni düzenlemeler getiren Gāzân Han, şehzade ve hatunlara ait incülerin vefatlarından sonra erkek evlâtlarına intikal etmesini istemiştir.
İranlılar ile doğudaki Türk boylarında ve özellikle Timurlular'da hükümdarın erkek çocuklarına, diğer hânedan mensuplarına, büyük arazi sahiplerine ve bazı itibarlı kimselere "mirza" unvanı verilirdi. Bu unvan hânedan üyeleri ve şehzadeler için kullanıldığında ismin sonuna, diğerleri için kullanıldığında başına eklenirdi. Bir hükümdar çocuğu dünyaya gelince annesinden alınarak sütannenin veya saraydaki büyük hanımlardan birinin gözetimi altına verilirdi. Babası hükümdar olmayan hânedan mensubu çocuklar idareyi ellerinde tutan akrabalarının himayesinde yetişirdi. Timur ele geçirdiği yerleri oğulları ve torunlarının idaresine vermiş, saltanat konusunda aynı hakka sahip olan mirzalardan tahta geçmesi düşünülen mirzanın Horasan'ın idaresine getirilmesi uygulamasını yaygınlaştırmıştı. Bulundukları yerde yarı bağımsız hareket eden, komşu devletlerle diplomatik ilişkiler kurabilen mirzalara herhangi bir isyana teşebbüs etmedikçe ve başarısız olmadıkça müdahale edilmez, böyle bir durum söz konusu olduğunda onlarla birlikte yanlarındaki emîrler de cezalandırılırdı. Mirza unvanının verilmesi Bâbürlüler döneminde de sürmüştür. Bâbür, Kâbil'e yerleştikten sonra o güne kadar Timur sülâlesinden tahta geçenler için kullanılan mirza unvanı yerine kendisine padişah denilmesini emretmiştir (Vekāyi', II, 279).
Akkoyunlular ve daha sonra Safevîler'de de şehzadelere (mirza) sınır vilâyetlerinin idaresinin verilmesi ve bazı eyaletlerin tahsisi, ayrıca yanlarında tecrübeli kumandanların nâib ve mürebbi sıfatıyla ve lala unvanıyla görevlendirilmesi uygulaması devam etmiştir. I. Şah İsmâil'in oğullarından Elkas Mirza, Şah I. Tahmasb'a karşı isyan hareketine girişip başarısız olunca Osmanlı Devleti'ne sığınarak Kanûnî Sultan Süleyman'ı İran'a karşı tekrar harekete geçmeye teşvik etmiştir. Kardeşleriyle birlikte Tebriz'de bir sanat ortamı içinde yetişen Elkas Mirza, İstanbul'a gelirken değerli kitaplarını ve maiyetinde kitabdârı ile nesta'lik hattatı ve tezhip ustası Eflâtûn-ı Şirvânî'yi de getirmişti. Elkas Mirza'nın İstanbul'da kaldığı süre içerisinde kitap sanatı alanında ciddi gelişmeler sağlanmıştır (Tanındı, s. 237). Ondan sonra Osmanlı sarayına gelen ikinci Safevî şehzadesi Şah I. Abbas'ın kardeşinin oğlu olan ve kalabalık maiyetiyle barış rehinesi olarak 1590'da İstanbul'a gönderilen Haydar Mirza'dır. Haydar Mirza'nın sunduğu hediyeler arasında tezhipli ve resimli yirmi cilt kitap bulunmaktaydı. I. Abbas 1038'de (1629) vefat edince şehzadelerin bir kısmının gözlerine mil çekilmiş, bazıları taht iddiasında bulunma ihtimaline karşı öldürülmüştür. Bundan dolayı şehzadelerin eyaletlerde görevlendirilmesi uygulaması kaldırılmıştır. İran'daki son Türk sülâlesi olan Kaçarlar'ın sarayında başlarında lalabaşının olduğu şehzade mürebbileri görev yapar, şehzadeler en önemli eyalet durumundaki Azerbaycan'da görevlendirilirdi. Yaşları küçük olan diğer şehzadeler bir vezirle birlikte vilâyetlere gönderilirdi. Karakoyunlular'da bazı vilâyetler şehzadeler tarafından yönetilirdi. Bunların da kendilerine ait askerleri vardı ve bunlara "nöker" adı verilirdi. Kırım Hanlığı'nda iktidarın birinci adayı olan hânedan mensubu veya şehzadeye "kalgay", ikinci adaya "nûreddin" unvanı verilirdi. Nûreddinler de resmî muhaberatta bulunabilir ve kalgayın han olmasıyla onun makamına yükselebilirdi.
Osmanlılar'da. Hânedanın erkek üyelerine Osmanlılar'da da şehzade denirdi. İlk dönemlerde ise paşa, emîr, çelebi, sultan, beylerbeyi gibi unvanlarla anıldıkları görülür. Bunlardan paşa ve emîr unvanlarını büyük şehzadelerin, çelebi unvanını küçük şehzadelerin kullandığı anlaşılmaktadır. Osmanlılar'da şehzadelik kurumu iki devreye ayrılır. İlkini şehzadelerin XVI. yüzyıl sonlarına kadar taşrada idarecilik yaptıkları devir, ikincisini, sancağa çıkma usulünün kaldırılmasıyla sarayda kapalı bir hayata mahkûm edildikleri dönem teşkil eder.
Osmanlı sisteminde geleceğin hükümdarı olma şansları eşit sayılan şehzadelerin doğumlarının sarayda büyük bir sevinçle karşılandığı bilinmektedir. Padişahın çocukları kimden doğarsa doğsun aralarında ayırım yapılmazdı. XVII. yüzyıla ait bilgilere göre şehzadelerin doğumu halka ilân edilir, top atışları yapılır, şenliklerle kutlanırdı. Bu vesileyle sarayda devlet ricâlinin ve yüksek memurların katıldığı tebrik töreni düzenlenirdi. Yeni doğan şehzadelerin hizmetine usta denilen yirmi kadar câriye verilir, annesi de bakımına nezaret ederdi. Sütten kesilme döneminde maiyetlerine üç has odalı tayin edilir, en yaşlısı başlala olarak anılır, onun emri altındaki hadım ağaları lala unvanı taşırdı. XVII. yüzyılın başlarına kadar iki aşamadan oluşan şehzade eğitimlerinin birinci aşaması saray içindeki teorik eğitimi kapsardı. İkinci aşama sancağa çıkarılmalarıyla başlayan pratik eğitim dönemiydi. Şehzadelerin teorik eğitimi devrin en ileri gelen hocaları tarafından yürütülürdü. Bu dersler, genellikle şehzadeler on-on üç yaşlarına gelinceye kadar sürerdi. Sarayda şehzadelerin eğitimlerinin yapıldığı yere şehzade okulu adı verilirdi. Ayrıca sarayın üçüncü avlusunda iç oğlanlarla birlikte özellikle binicilik ve dövüş sanatı eğitimi alırlardı. Bunun yanı sıra şehzadelere teşrifat kuralları ve siyaset öğretilir, yöneticilik sıfatını kazanmalarına özen gösterilirdi. Arapça ve Farsça başta olmak üzere aldıkları derslerin felsefe, edebiyat, fen, matematik, astronomi, umumi tarih, İslâm tarihi ve edebiyatı, Yunan, Latin tarihi ve edebiyatı, milletler ve medeniyetler tarihi, devlet yönetimi olduğu yolundaki bilgiler çağdaş kaynaklarca teyit edilmemektedir. Şehzadeler saray içi teorik eğitimlerini tamamladıktan sonra sünnet olurlardı ve bu vesileyle büyük törenler, eğlenceler yapılırdı. Sünnet merasiminin ardından pratik eğitimlerini görevlendirildikleri sancaklarda sancak beyi olarak tamamlarlardı. Osmanlılar'da ilk dönemlerde yeni ele geçirilen topraklar, eski Türk devletlerindeki uygulamaya benzer şekilde sancak haline getirildikten sonra hânedan üyelerinin sancak beyi tayin edilmesiyle yönetilirdi. Şehzadelerin sancaklarda görevlendirilmesine "sancağa çıkma" denirdi. Sancağa çıkarılan şehzadelerin yanında başta eğitimlerinden sorumlu tutulan lalaları olmak üzere ihtiyaçları için gerekli olan her türlü malzeme ve personel veriliyordu.
Şehzadelerin sancaklara çıkarılmasındaki başlıca amaç devlet yönetimiyle ilgili bilgi sahibi olmaları ve tecrübe kazanmalarıydı. Bununla beraber imparatorluk topraklarının güvenliğinin sağlanması açısından hânedanın o bölgeye verdiği önemin gösterilmesi hedefleniyor ve sancaklarına hânedan üyesi gönderilen yöre halkının devlete itaat konusunda daha hassas davranacağı düşünülüyordu. Geleneğe göre, daha Osman Bey zamanında ele geçirilen yerler birer idarî bölge haline getirilip fetih politikasına hizmet etmiş beyler yanında hânedan üyelerine ve bu arada şehzadelere tahsis edilmekteydi. Kuruluş yıllarında şehzadelerin görev yaptıkları en önemli sancaklar uç bölgeler olmuştur. I. Murad döneminden sonra özellikle Anadolu beyliklerinin toprakları şehzade sancakları haline getirilmiştir. Karesioğulları'ndan alınan Balıkesir, Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın Osmanlılar'a bıraktığı Kütahya, Saruhanoğulları'ndan alınan Manisa, Hamîdoğulları'ndan alınan Isparta ve Antalya, Kadı Burhâneddin'den alınan Sivas ve Amasya en önemli şehzade sancak merkezleriydi. Osmanlı şehzadelerinin Rumeli'deki sancaklara çıkarılması I. Murad'ın şehzadesi Savcı'nın Rumeli'de isyan etmesinden sonra yasaklanmıştır. Bunun tek istisnası, II. Bayezid'in, oğlu Selim'in baskısına karşı ona Rumeli yakasında bir sancak (Semendire sancağı) tahsis etmiş olmasıydı; fakat bu tayin fiiliyata dönüşmeden Yavuz Sultan Selim babasını tahttan indirmiştir. Bir yerleşim yerinin şehzade sancağı olabilmesi için üç özelliği taşımasına dikkat ediliyordu. İlk olarak erken dönemde şehzadelere ve beylere verilen sancakların uç bölge olması gerekliydi. Bu durum daha sonra tahta geçecek olan şehzadeyi belirleme açısından da önemliydi. Uç bölgedeki sancakta hükümdarın en büyük oğlu olan şehzade bulunuyordu. Böylece devletin askerî güçlerinin başında bulunması şehzadeye ileride tahta geçme konusunda ciddi bir imkân sağlıyordu. İkinci özellik, şehzadelerin görev yapacakları yerleşim yerlerinin eski Anadolu beyliklerinin başşehirleri olmasıydı. Üçüncüsü bir tarih, kültür, medeniyet ve ticaret merkezi konumunda bulunması gerekliliğiydi.
Şehzadelerin sancağa gönderilmesi yönetim tecrübesi kazanmaları bakımından son derece önem verilen bir uygulamaydı. Bu aynı zamanda bölgede hânedanın temsilcisi sıfatıyla sembolik bir hâkimiyet göstergesi anlamına geliyordu. Şehzadelerin sancağa yollanmasının bir başka sebebi ekonomik gerekçelere dayanıyordu. Şehzadelerin masrafları hazinenin üzerinde büyük bir yük teşkil ettiğinden gittikleri sancakların bütün gelirlerinin kendilerine tahsisiyle merkezî hazinenin yükü hafifletiliyordu. Şehzadeler bulundukları sancakların has gelirlerine sahip oldukları gibi şehrin ticarî faaliyetlerinden elde edilen vergiler de kendilerine ayrılıyordu. Bunların gelir kalemleri arasında özellikle XVI. yüzyıla kadar, sancaklarında iken bağımsız şekilde yaptıkları harekâtlarda ve ordunun başına serdar tayin edilerek gittikleri seferlerde elde edilen gelirin beşte biri olan ganimet hakkı önemli yer tutuyordu.
Osmanlı şehzadelerinin görev alacakları sancağı belirleme yetkisine sahip olmadıkları bilinmektedir. Bazı bölgeler şehzade sancakları olarak önem kazanmış, bunlar veliaht tayin edilen şehzadelerin gönderildikleri sancaklar diye belirlenmişti. Erken dönemde şehzadelere verilen sancaklar için bey sancağı tabiri kullanılmıştır. Yıldırım Bayezid'in Amasya'yı fethetmesinden sonra veliaht şehzadeler bu sancağa gönderilmeye başlanmış, Yavuz Sultan Selim'in ardından Manisa merkezli Saruhan sancağı öne çıkmıştır. Şehzadelerin görev yaptıkları şehirler arasında Amasya, Kütahya, Trabzon, Manisa, Konya başta gelir. Ayrıca Antalya, Kefe, Bolu, Isparta, Kastamonu da şehzadelerin merkezi olmuştur.
XIV ve XV. yüzyıllarda Osmanlı şehzadelerinin evlilikleri politik amaçlı idi. Şehzadeler, bu dönemde Rumeli'de mücadele edilen hıristiyan hânedan üyelerinin ve Anadolu'nun müslüman beylerinin kızları ile evleniyordu. Osmanlılar, Anadolu ve Rumeli'de ele geçirdikleri topraklar üzerindeki meşruiyetlerini gerek yönetim nezdinde gerekse bölge halkının gözünde yapılan evliliklerle sağlamlaştırmış oluyordu. Bu meşruiyet, hem hükümdarların hem de şehzadelerin yeni bölgelerdeki hânedan üyeleriyle akrabalık bağı kurmasıyla sağlanıyordu. Ancak XV. yüzyılın ortalarından itibaren Anadolu'da birliğin kurulması ve Rumeli'nin ele geçirilmiş olması dolayısıyla müslüman ve hıristiyan hânedan kızları ile evlenmeler son bulmuş, sancağa çıkma usulünün kaldırılmasının ardından evlilik yapmaları yasaklanmıştır.
Osmanlı şehzadelerinin hânedan üyesi olmaları dolayısıyla önemli görev ve sorumlulukları vardı. Bunlar arasında askerî sorumluluklar ilk sırada yer alıyordu. Yavuz Sultan Selim zamanına kadar şehzadeler babalarının isteğiyle ordunun başında sefere gidebilmekte, bulundukları sancaklarda isyan edenlere, huzursuzluk çıkaranlara karşı gitmekte, hatta diğer komşu devletlerin saldırılarına cevap verebilmekteydiler. Şehzadeler, ordu kumandanlıkları yanında ordunun sağ ve sol kollarının başında kumandan olarak seferlere katılıyorlardı. I. Murad devrinde Yıldırım Bayezid ile Yâkub Bey ordunun kol kumandanları durumundaydı. Bu tür görevler şehzadelere iyi birer asker olduklarını gösterme imkânı sağlıyordu. Böylece hem babalarının hem askerin hem de devlet ileri gelenlerinin gözünde itibar kazanma şansları oluyordu. XVI. yüzyıldan itibaren şehzadelerin fiilî kumandan olma özellikleri yerini muhafaza görevine bırakacaktır. Osmanlı hükümdarları, bir sefer dolayısıyla orduyla birlikte merkezden ayrıldıklarında oğullarından birini kaymakam unvanı ile vekil olarak görevlendirmekteydi. Kanûnî Sultan Süleyman döneminden sonra Osmanlı şehzadelerinin kumandanlık görevleri sona ermiştir.
Şehzadeler tayin edildikleri sancaklarda idarî yetkilere sahipti. Maiyetlerinde merkezdeki divan teşkilâtına benzer bir yapılanma gösteren çeşitli görevliler bulunuyordu. Maiyetlerinde görev yapanların sayısı XVI. yüzyılda 2000 kişiye kadar yükselmiştir. Şehzadeler maiyetlerinde görev alacak kişilerin tayinlerini yapabiliyor veya onları azledebiliyordu. Timar ve maaş tevcih edebildiği gibi mevcut timar ve maaşlara terakki yapabiliyordu. Öte yandan ceza verme veya affetme yetkileri de vardı. Aynı zamanda bulundukları sancağın ekonomik, ticarî, imar ve sosyal faaliyetlerinden sorumluydu. Bu faaliyetlerini merkeze bildirme ve onay alma zorunluluğu vardı. Aldıkları onaylar sonucunda kendi tuğraları ile hüküm yazarlardı. Şehzade tuğraları tıpkı hükümdarların tuğraları gibi üç flamalı ve iki kavisliydi. Şehzadelerin sancaklardaki idarî işler için yazdıkları bu tuğralı hükümlere hükümdarlarda olduğu gibi tevkī-i hümâyun denilirdi.
Şehzadelerin bu geniş yetkileri zamanla sınırlandırılmış, bunda Fetret devrinden itibaren başlayan taht kavgaları da etkili olmuştur (II. Bayezid'e karşı kardeşi Şehzade Cem'in isyan etmesi, Yavuz Sultan Selim'in babasına isyan ederek tahtı ele geçirmesi, Kanûnî Sultan Süleyman'ın oğlu Şehzade Bayezid'in isyanı). Bundan sonra sancaklara gönderilen şehzadeler daha sıkı kontrol altında tutulmuştur. Yavuz Sultan Selim'in hükümdarlığı öncesinde serbest hareket edebilen şehzadeler, kolayca kontrol edilebilmeleri amacıyla merkeze yakın sancaklara gönderilmeye başlanmış, lalalarının yetkileri arttırılarak şehzadeler pasifleştirilmiştir. Özellikle Kanûnî Sultan Süleyman döneminde Şehzade Mustafa olayı ve Şehzade Selim ile Şehzade Bayezid arasındaki taht çekişmesi şehzadelerin kontrolünü daha da sıkı hale getirmiş, Manisa veliaht sancağı olmuş ve sadece veliaht şehzade sancağa yollanmıştır. Orhan Bey ile başlayıp I. Ahmed'in tahta çıkmasına kadar geçen yaklaşık üç asırlık sürede Osmanlı tahtına oturan on üç hükümdardan I. Mehmed ve Yavuz Sultan Selim dışında on biri hayatta kalan en büyük evlât olarak tahta çıkmıştır. Bundan dolayı hükümdarlık için gerekli özelliklere sahip büyük evlâdın resmî olmamakla birlikte gelenek halini almış bir şekilde tahtın vârisi sayıldığı anlaşılmaktadır. 1617'de I. Ahmed'in ölümüyle birlikte tahta kardeşi I. Mustafa'nın geçmesiyle üç asır devam eden gelenek sona erdirilmiş ve ardından hânedana mensup en büyük erkek üyenin hükümdar olmasını ifade eden ekberiyet usulü benimsenmiştir.
Hükümdarların ölümü üzerine vâris olan veya taht üzerinde hak iddia eden şehzadenin İstanbul'a gelmesi için kendisine haber gönderilirdi. Haberi alan yeni hükümdar adayı maiyetiyle beraber süratle başşehre ulaşarak tahta otururdu. Yeni hükümdarın tahta geçmesiyle birlikte diğer şehzadeler için zor bir dönem başlamış olurdu. Daha kuruluş yıllarında Osman Bey'in amcası Dündar'ı öldürmesiyle başlayan, I. Bayezid'in kardeşi Yâkub'u boğdurması ile devam eden uygulamalar, Fâtih Sultan Mehmed'in kardeş katlini kanun haline getiren hükmüyle bir bakıma resmîleşmiştir. Sadece Osmanlı Devleti'ne özgü olmayan bu yöntemin temel gerekçesi hükümdarın hâkimiyetinin ve mutlak otoritesinin korunması idi. Hükümdar, tahta oturduğu andan itibaren tek hâkim olmak amacıyla kendisi ve şehzadeleri için tehdit unsuru olarak gördüğü diğer hânedan üyelerini ortadan kaldırmaktaydı. Bu durum XVII. yüzyıl başlarında şehzadelerin sarayda gözetim altında tutulması ile son bulmuştur.
1617 yılından itibaren Osmanlı şehzadeleri için saray içinde kafes denilen kapalı bir hayat başlamış, bunda III. Mehmed'in vefatından sonra yerine geçecek şehzadelerin küçük yaşta olması da rol oynamıştır. I. Ahmed'in tahta çıkışı esnasında yaşı küçük olduğundan yerine bir veliaht bırakıp bırakmayacağının henüz bilinmemesi saraydaki şehzadelere dokunulmamasını sağlamıştır. III. Mehmed'in tahta çıktığında on dokuz kardeşini öldürtmesinin halk ve idareciler nezdindeki tepkilerin de bir ölçüde bunda etkisi olmuştur. Eski geleneği sürdürme adına sancağa yapılan bir iki tayin teşebbüsü de uygulanmamıştır. Saraya kapatılan şehzadeler ancak babalarının hükümdarlığı zamanında daha serbest bir hayat yaşamışlardır. Bu durumda iyi bir tahsil görürler, babalarıyla selâmlıklara, gezilere çıkarlardı ve maiyetlerinde kendi daire halkı bulunurdu. Babalarının ölümünden sonra bu serbest hayat yerini sıkı gözetim altında tutulmaya bırakır, kendilerine tahsis edilen dairede bir nevi hapis hayatı yaşarlar, padişahlık sıralarını beklerlerdi. Bu şehzadeler Harem'e bitişik ve şimşir ağaçlarıyla çevrili olduğundan "Şimşirlik" adı verilen yerde ikamet ederlerdi. İsmail Hakkı Uzunçarşılı burada on iki daire ve her dairenin çeşitli odalarının bulunduğunu, etrafında yüksek duvarlarla çevrili küçük bir bahçenin yer aldığını belirtir. Kafes hayatındaki şehzadenin on-on iki câriyesi, hazine, kiler ve seferli koğuşundan gelme ağaları vardı. Hiç kimseyle haberleşmelerine izin verilmez, yanlarına girecek olanlar için padişahın izni aranır ve görüşme gözetim altında mümkün olurdu. Bayram tebrikleri dışında padişah huzuruna kabul edilmezlerdi. Şehzadelere dokunulmaması prensibinin kapıkulu tarafından dikkatle izlendiği bilinmektedir. Bazı durumlarda askerler şehzadelerin sağ olup olmadığını anlamak için onları görme talebinde bulunurlardı. Şehzadelerin bu kapalı hayatlarında câriyeler tarafından eğitildikleri, vakit geçirmek için kuyumculuk, tornacılık, ağaç işleme, yay yapma, deri, fildişi, nakış işleme gibi işlerle uğraştıkları belirtilmektedir. Şehzadelerin bu sırada erkek çocuk sahibi olmalarına müsaade edilmiyordu. Bu yüzden câriyelerle bir temas halinde oluşan gebeliğe hemen son veriliyordu. Bu süreç imparatorluğun yıkılışı ve saltanatın kaldırılmasına kadar devam etmiştir. Fakat Tanzimat döneminden itibaren şehzadelerin durumunda değişme olmuş, çocuk yapma yasağı gevşetilmiş, özellikle veliaht şehzadeler daha rahat hareket etmiştir. Abdülaziz'in oğlu Yûsuf İzzeddin Efendi ile V. Murad'ın oğlu Selâhaddin Efendi babalarının veliahtlığı sırasında doğmuş ve bir süre doğumları gizlenmiştir. Topkapı Sarayı'nın terkedilmesiyle birlikte başlayan dönemde değişik saraylara dağılmış olmaları da onların gözetimindeki gevşemenin önemli sebeplerinden biridir. Artık şehzadeler Avrupa'dakilere benzer tarzda çeşitli görevler üstlenen, kamuoyunda yakından tanınan hânedan mensupları haline gelmiştir.
Kaynak: TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ