Sözlükte "güzel ve parlak olmak, müreffeh ve rahat olmak" anlamındaki naam kökünden masdar olup "birine iyilik etmek, bir nimetten yararlandırmak, rahata kavuşturmak" gibi mânalara gelir; dinî literatürde ise Allah'ın insanlara maddî ve mânevî nimetler vermesini ifade eder. Râgıb el-İsfahânî, in'âmı "başka birine ihsanda bulunmak" şeklinde tanımladıktan sonra bu kavramın sadece insanlara yapılan iyilik için kullanılabileceğini söyler (el-Müfredât, "nʿam" md.); Fahreddin er-Râzî de in'âmın karşılıksız vermeyi ifade ettiğini belirtir. Bu sebeple Allah'ın kullarına bağışladığı bütün iyi şeyler birer nimettir, çünkü Allah'ın asla karşılığa ihtiyacı yoktur (Mefâtîḥu'l-ġayb, I, 258).
Kur'ân-ı Kerîm'de değişik fiil kalıplarıyla on sekiz yerde geçen in'âm kavramı bunların çoğunda nesnesi belirtilmeden mutlak olarak, bir kısmında ise "nimet in'âm etmek" şeklinde yer almakta, on beş âyette Allah'a (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, "nʿam" md.), bir âyette hem Allah'a hem Peygamber'e (el-Ahzâb 33/37) nisbet edilmektedir. İn'âm ile aynı kökten gelen ni'met kelimesi elli âyette, aynı anlamdaki na'me iki âyette (ed-Duhân 44/27; el-Müzzemmil 73/11), "bol nimet" mânasındaki naîm ise daha çok cennetle ilgili olarak on yedi yerde geçmektedir. İn'âm ve aynı kökten türeyen kelimeler hadislerde de yer almaktadır (bk. Wensinck, el-Muʿcem, "nʿam" md.). Bu hadislerin çoğunda in'âm kavramı Allah'ın kuluna lutuf ve ihsanını ifade etmektedir. "Allah kuluna nimet ihsan edince mutlaka onun eserini üzerinde görmek ister" (Müsned, II, 403; İbn Mâce, "Edeb", 55) meâlindeki hadiste in'âmın özellikle "mal varlığı" anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Kur'an'da in'âm konusu, Allah'ın insanoğluna diğer varlıklardan daha ileri derecede lutufta bulunduğu kanaatini veren bir üslûpla anlatılmakta, insanlardan bunun bilincine varmaları, muhtaç oldukları maddî ve mânevî her şeyi Allah'tan beklemeleri, nâil oldukları her türlü ihsanın Allah'tan geldiğini bilerek O'nun varlığını ve birliğini tanımaları, lutfundan dolayı O'na karşı hissettikleri minnet duygusunu söz ve davranışlarıyla dışa vurmaları istenmektedir. Fâtiha sûresi bu imanın ve şükran bilincinin veciz bir ifadesidir. Gazzâlî, ancak şartını tam olarak taşıması halinde şükrün anlam kazanacağını belirttikten sonra bu şartı, "Senin mutluluğunun sebebi ne doğrudan doğruya nimet ne de onun sana verilmesidir (in'âm); mutluluğunun asıl sebebi nimeti sana veren (mün'im) Allah olmalıdır" şeklinde ifade eder (İḥyâʾ, IV, 83).
Hayat, sağlık, geçim imkânları, zihnî yetenekler gibi değişik ölçülerde de olsa bütün insanlara verilen nimetler yanında (meselâ bk. el-Enfâl 8/53; el-İsrâ 17/83; el-Beled 90/8-10) bazı insanlar Allah'tan daha özel in'âm ve ihsanlara da mazhar olmuşlardır. Meselâ İsrâiloğulları'nın sorumluluklarına dikkat çekilirken, "Size in'âm ettiğim nimetimi hatırlayın" buyurulur (el-Bakara 2/40, 47, 122). Taberî, buradaki özel in'âmı Allah'ın geçmişte İsrâiloğulları arasından birçok peygamber göndermesi, onlara kitaplar indirmesi, kendilerini Firavun'dan kurtararak mukaddes topraklara yerleştirmesi şeklinde açıklar (Câmiʿu'l-beyân, I, 249). Diğer bir âyette (en-Nisâ 4/69) Allah'ın özel in'âmda bulunduğu kimseler peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâlihler şeklinde sıralanarak Allah ve resulüne itaat eden her insanın bunların mertebesine ulaştırılacağı belirtilir. Şevkânî'ye göre Fâtiha sûresinde Allah'ın kendilerine in'âmda bulunduğu bildirilenler bu âyette sıralanan dört seçkin zümredir (Fetḥu'l-ḳadîr, I, 21).
İslâmî terminolojide kulun kendisine in'âmda bulunan Allah karşısındaki minnettarlığı genellikle şükür kavramıyla ifade edilir. Buna göre Allah kuluna in'âmda bulunur, kul da Allah'a şükreder (en-Neml 27/19). İnsanın bu dengeyi sağlamada üzerine düşeni yapmasının hem önemine hem de bu ödevin zorluğuna bir işaret olmak üzere in'âm-şükür ilişkisine temas eden iki âyette (en-Neml 27/19; el-Ahkāf 46/15) konu aynı ifadelerle, "Ey Rabbim! Bana ve ebeveynime lutfettiğin nimetlerin için şükretmemi ve senin kabulüne mazhar olacak güzel işler yapmamı nasip et!" şeklinde dile getirilmiştir. İn'âma şükürle cevap verilmemesi "küfür" (nankörlük, nimetin sahibini tanımazlık) terimiyle ifade edilir. Kulun sahip olduğu maddî ve mânevî varlık, imkân ve kabiliyetlerin hepsi, bu arada hayatının şaşmaz çizgisi olması gereken "doğru yol" (sırât-ı müstakîm) Allah tarafından bir in'âm (Fâtiha 1/6-7), kulun Allah'a imanı, ibadet ve güzel işleri şükür, inkâr ve isyanıyla günahları da nankörlüktür.
Kul nimetler açısından bir imtihanla karşı karşıyadır. İnsanların malları ve evlâtları kendileri için birer imtihan vesilesidir (el-Enfâl 8/28; et-Tegābün 64/15). Allah insanların bir kısmına onları sınamak için çeşitli dünya nimetleri verir (Tâhâ 20/131). Bu şekilde O'nun dünyadaki her in'âmının bir imtihan olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü insanın tabiatında, Allah'ın in'âm ve ihsanı karşısında gerektiği kadar duyarlı olmama gibi bir kusur da bulunmaktadır (İbrâhîm 14/34). Bu zaafını aşamamış insana Allah in'âmda bulunduğunda o kişi yüz çevirip yan çizer (el-İsrâ 17/83; Fussılet 41/51). Esasen in'âmın bir imtihan vesilesi olması bir bakıma insanın bu beşerî zaafını aşma iradesiyle ilgilidir. Sahip olunan nimetin nimet olma mahiyetini sürdürmesi de insanın bu iradeyi göstererek nimet sahibine şükran hissini sürekli hale getirmesine ve davranışları ile ifade etmesine bağlıdır. "Bir topluluk, içinde bulunduğu iyi durumu bozup değiştirmedikçe Allah da onlara ihsan ettiği nimeti değiştirecek değildir" (el-Enfâl 8/53). Her in'âm bir imtihan sebebi olduğuna göre verilen nimetlerden uhrevî sorumluluk da doğmaktadır (et-Tekâsür 102/8). Gazzâlî'nin belirttiğine göre insanın bu sorumluluğu aşması ve âhiret saadetini hak etmesi, Allah'ın dünyada yarattığı nimetleri O'nun sevgisi yönünde kullanmasına bağlıdır. Çünkü Allah'ın dünyada yaratmış olduğu imkânların hepsi âhiret mutluluğunu ve Allah'a yakınlık makamını kazanmaya birer vasıtadır; insanların nimetleri bu yönde değerlendirmeleri gerekir (İḥyâʾ, IV, 88-89).
Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi