Büddü'l Arif kim tarafından yazılmıştır?

İbn Seb'în'in sayısı tam olarak bilinmeyen kitap ve risâleleri arasında en önemlisinin Büddü'l-ʿârif olduğu ilgili bütün kaynaklarda belirtilmektedir. Eserin adı yazma nüshalarında ve bibliyografik kaynaklarda değişik şekillerde kaydedilmiştir. Bugün bilinen üç yazma nüshadan ikisi Büddü'l-ʿârif ve ʿakīdetü'l-muhakkıkı'l-mücerribi'l-kâşif ve tarîku's-sâliki'l-mütebettili'l-ʿâkif, biri de İfşâʾü'l-hikmeti'l-ilâhiyye başlığını taşımaktadır (Ebü'l-Vefâ et-Teftâzânî bunu yanlışlıkla İnşâʾü'l-hikmeti'l-ilâhiyye şeklinde göstermiştir, bk. İbn Sebʿîn ve felsefetühü's-sûfiyye, s. 105). Eseri Büddü'lʿârif adıyla neşreden Corc Kettûre, vaktiyle İskenderiye'deki el-Mektebetü'l-Belediyye'de bulunan, fakat şimdi sadece mikrofilmi mevcut olan el-Makāletü'l-vücûdiyye başlıklı, hayli eksik ve hatalı bir nüshasından da söz etmektedir (Büddü'l-ʿârif, nâşirin mukaddimesi, s. 6). İbn Şâkir el-Kütübî Fevâtü'l-Vefeyât'ta (II, 255) eserin adının kısaca el-Büd olduğunu, bunun da "lâ büdde li'l-ârif minhü" (ârif için gerekli olan) ifadesinin kısaltılmış şekli sayıldığını belirtmiştir. Makkarî ise eseri Bedʾü'l-ʿârif adıyla kaydetmiştir (Nefhu't-tîb, II, 199). İtalyalı müsteşrik Michele Amari eserin adının Beddü'l-ʿârif diye okunmasını teklif etmiş ve bunu Fransızca'ya "séparation de connaissances" şeklinde çevirmiş, Danimarkalı müsteşrik Mehren de Bedʾü'l-ʿârif okunuşunu tercih ederek bunu Fransızca'ya "le noviciat de soufi" diye tercüme etmiştir. Ancak Büddü'l-ʿârif dışındaki adlandırmalar kabule şayan görülmemektedir. Çünkü bizzat müellifin, başka risâlelerinde bu esere Büddü'l-ʿârif adını zikrederek atıflarda bulunduğu Teftâzânî tarafından adı geçen eserde gösterilmiştir (s. 98). Buna rağmen öyle görünüyor ki araştırmacıları kitabın adındaki "büdd" kelimesini başka türlü okumaya zorlayan sebep bu kelimenin sözlük anlamıdır. "Büdd" Farsça'daki büt kelimesinin Arapçalaştırılmış şeklidir ve Farsça'da olduğu gibi Arapça'da da "put" veya "putların bulunduğu yer" anlamında kullanılmıştır. Ancak müellifin "büdd" kelimesinden böyle bir anlamı kastetmediği, bunu tamamen mecazi anlamda mâbud ve Allah yerine kullandığı açıktır. Nitekim eserin yalnız adında değil içinde de "büdd" kelimesi en az dört yerde geçmekte olup bunların birinde (s. 30) "sâlikin iradesi (kasd) ve şevk ile kendisine yöneldiği mâbud", ikisinde (s. 351, 361) "her şeyde tecelli eden Hak", birinde de (s. 324) "zâtının dışında kalan her şeyin varlığının kendisine bağlı bulunduğu vâcibü'l-vücûd" anlamında kullanılmıştır.

İbn Seb'în'in bir öğrencisi, hocasının bu eseri on beş yaşında iken telif ettiğini söylemişse de (Makkarî, II, 199), Teftâzânî'nin de kaydettiği gibi (İbn Sebʿîn ve felsefetühü's-sûfiyye, s. 105), esasen akla yatkın olmayan bu iddianın yanlışlığı, müellifin eseri, yaklaşık 643'te (1245) Endülüs'ten Mağrib'e geçmesi ve Sicilya Kralı II. Frederik'le yazışmasından sonra kaleme almış olmasından da anlaşılmaktadır.

Büddü'l-ʿârif'in muhtevasını tam bir tasnife tâbi tutmak zor olmakla birlikte eserin genelinde mantık, akıl ve nefis konularıyla bunların etrafındaki felsefî, kelâmî ve tasavvufî meseleler üzerinde durulmuştur. İbn Seb'în, eserin hemen her yerinde ele aldığı konular hakkında filozoflar, Eş'arî kelâmcılar ve mutasavvıflar ile zaman zaman fakihlerin görüşlerini geniş olarak aktarmakta, bunlardan kelâmcıların ve fakihlerin görüşlerini tamamen reddetmekte, filozoflara ise bazı görüşlerinde, özellikle çıkış noktalarında hak vermekteyse de ulaştıkları sonuçlara katılmamaktadır. İbn Seb'în bu üç grubu eserin her yerinde ağır bir dille eleştirirken mutasavvıfların görüş ve tutumlarını daha yumuşak üslûpla değerlendirmekte, ancak "mukarreb" veya "muhakkik" adını verdiği zümreyi hem bilgi hem de amel bakımından öteki zümrelerin üstünde tutmaktadır. Bu arada kelâmcı, fakih, filozof ve mutasavvıfların düşüncelerini geniş ve açık ifadelerle aktardığı halde muhakkiklerin görüşlerini oldukça kısa, muğlak ve birtakım sembolik ifadelerle geçiştirdiği dikkati çekmektedir.

Eserin mantığa ayrılmış olan ilk kısmı tarif (had) konusuyla başlar; ardından varlığın mahiyeti ve varlık hakkında doğru bilgilere ulaşmayı sağlayan on kategori üzerinde durur. Mantığın gerekliliğine işaret edildikten sonra Porphyrios'un Îsâgūcî'sinin mantıktaki yeri ve önemi vurgulanır, bu eser ve müellifi tanıtılır. Bundan sonra beş küllî* incelenir; ayrıca Kindî'den beri devam eden telakkiye göre bunlara bir de şahıs küllîsi eklenir (bk. s. 62; krş. Kindî, Resâʾil, s. 126). Kategorilerle hareket, şey, söz, haber, zıtlık, zaman, vâcip, mümkin, mümteni', şekil, kıyas gibi felsefe ve mantık terimleri ayrıntılı olarak ele alındıktan sonra ilim konusuna geçilir. İlim hakkında daha önce yapılmış tarifler özetlenir; bunlar arasında özellikle fukaha, Eş'arîler, filozoflar ve mutasavvıfların tarif ve açıklamaları ayrıntılı ve tenkitli olarak incelenir. Burada İbn Seb'în'in, Mu'tezile'nin anlayışına uygun olarak, şeriatın verdiği bilgilerin aynı zamanda aklî bilgiler olduğunu, şeriatın sadece bu bilgileri tekit ettiğini belirtmesi (s. 105) ilgi çekicidir.

İbn Seb'în tabiat ve varlık tabakaları konusunda küllîler ve cüz'îleri incelerken Aristo, Hipokrat, İbn Sînâ ve Gazzâlî gibi düşünürlerin görüşlerine de temas etmekte ve bunları yer yer eleştirmektedir. Eserde felsefenin tarifi ve ilimlerin tasnifi yapıldıktan sonra tasavvuf hakkında özlü bilgi verilir; sûfîlerin mertebeleri ve bilgilerinin değeri üzerinde durulur. Müellif, mutasavvıftan daha üst mertebede gördüğü mukarrebin ulaştığı ilmin tarifini ve sınırlarını bu kitabın kaldıramayacağını belirttikten sonra kendisinin "asrın muhakkiki ve reisi" olduğunu (s. 135) söyler; fakih, Eş'arî, filozof, mutasavvıf ve mukarreb (veya muhakkik) şeklinde sıraladığı beş zümrenin akıl anlayışlarının özetini verir. Burada Pisagor'dan İskender Afrodisî'ye kadar çeşitli Yunan filozoflarıyla Fârâbî, İbn Sînâ, Gazzâlî, İbn Bâcce ve İbn Rüşd'ün görüşleri üzerinde durulur ve bunlar tenkit edilir. Özellikle Gazzâlî tasavvuf, felsefe, kelâm ve fıkıh arasında gidip gelmek, bazan da şaşırıp kalmakla suçlanır ve görüşlerinin tutarsızlığına örnekler verilir (s. 144-145).

Günümüzde Büddü'l-ʿârif'in üç yazma nüshasının bulunduğu bilinmektedir. Bunlardan biri Berlin Kütüphanesi'nde (nr. 1744) mevcuttur (Brockelmann, I, 465). Süleymaniye Kütüphanesi'nde (Cârullah Efendi, nr. 1273) kayıtlı bulunan nüsha 124 varaktan ibaret olup müellifin vefatından on yıl sonra 14 Receb 679'da (9 Kasım 1280) Muhammed b. Muhammed el-Attâr tarafından kûfî kırması hattıyla istinsah edilmiştir. Bu iki nüsha arasındaki benzerlik bazı araştırmacılarda bunlardan birinin diğerinden veya her ikisinin aynı asıldan istinsah edilmiş olduğu kanaatini uyandırmıştır (Büddü'l-ʿârif, nâşirin mukaddimesi, s. 6; Teftâzânî, s. 104). Ayrıca her iki nüsha, İbn Seb'în'in öğrencisi Ebü'l-Hasan et-Tüsterî'nin istinsah ettiği başka bir nüsha ile mukabele görmüştür. Corc Kettûre, yukarıda sözü edilen el-Makāletü'l-vücûdiyye adlı yazmanın Tüsterî nüshasından eksik ve hatalı bir istinsah olabileceğini belirtmiştir. Üçüncü yazma nüsha da Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunmaktadır (Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 833). Diğerlerinden farklı olarak İfşâʾü'l-hikmeti'l-ilâhiyye adını taşıyan bu nüsha 396 varak olup nesih hattıyla yazılmıştır. Bu son nüshada müstensih ve tarih kaydı bulunmamakla birlikte yazı stili ve yaldızlı oluşu onlardan sonra istinsah edildiğini göstermektedir. Eserin hangi asıldan istinsah edildiğine dair de bir kayıt yoktur. Ancak diğer iki nüshaya göre hayli metin farklılıkları taşıması, onlardan veya onların dayandığı asıldan istinsah edilmediğini ortaya koymaktadır.

Büddü'l-ʿârif, Corc Kettûre tarafından Berlin nüshası ile Cârullah Efendi nüshasına dayanılarak yayımlanmıştır (Beyrut 1978).

Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

BİZE ULAŞIN
SON DAKİKA