Kelime Türkçe'de toplumu oluşturan bireylerin birbiriyle dayanışma ve yardımlaşma içinde olmasını, birbirine güç ve destek sağlamasını ifade eden ahlâk terimi şeklinde kullanılmaktadır. Bugünkü Türkçe'de yeni kelime olarak dayanışma ile karşılanmaktadır. Kaynaklarda aynı veya yakın anlamda teâvün (yardımlaşma), tezâhür (sırt sırta verme), tenâsur (yardımlaşma), tedâmün (birine destek verme), teâlüf (kaynaşma), teâhî (kardeşlik bağı oluşturma), tevâsül (birbiriyle ilişki kurma) gibi kavramlar geçmektedir. Modern Arapça'da tesânüd yerine daha çok tekâfül kullanılmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de tesânüd kelimesi geçmemekle birlikte müminlerin kardeş olduğu ilkesi benimsenerek (el-Bakara 2/220; Âl-i İmrân 3/103; el-Hucurât 49/10) dayanışmanın psikolojik ve ahlâkî zemini hazırlanmış, birçok âyette doğrudan ve dolaylı biçimde dayanışma ve paylaşmanın sosyal ve insanî değeri üzerinde durulmuştur. Bazı âyetlerde teâvün (el-Mâide 5/2), tezâhür (el-Bakara 2/85; el-Kasas 28/48; et-Tahrîm 66/4) ve kefâlet (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "kfl" md.; M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, "nfḳ" md.) kavramları geçmektedir. Birçok âyette müminlerin birbirine maddî yardımda bulunmasını teşvik için kullanılan "infak" da bunlara eklenebilir. Mâûn sûresinin son âyetinde geçen "mâûn" kelimesi müfessirler tarafından yardımlaşmanın örnekleri olan "zekât, sadaka, yiyecek içecek; insanların yardım maksadıyla aralarında alıp verdikleri kap kacak gibi şeyler" diye açıklanmıştır (Taberî, XII, 709-715; Fahreddin er-Râzî, XXXII, 108-109; Elmalılı, IX, 6163-6164). Kur'an'daki ülfet kavramı da (Âl-i İmrân 3/103; el-Enfâl 8/63) "birlikte yaşama eğilimi" biçiminde yorumlanmış ve Allah'ın insanlığa bir lutfu olarak görülmüştür (Gazzâlî, II, 157, 158). Mâverdî, ülfetle ilgili âyetleri açıklarken Medineli Evs ve Hazrec kabileleri arasında köklü bir düşmanlık varken İslâm sayesinde birbirine sımsıkı bağlanan kardeşler ve dayanışma içinde olan dostlar haline geldiklerini ifade eder (Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn, s. 149-150). İlgili âyetler incelendiğinde din kardeşliğinin ilk şartının başkalarına karşı kötü duygular beslemekten ve zararlı davranışlardan sakınmak, ikinci şartının da din kardeşlerine karşı iyi duygular beslemek ve sıkıntılarını paylaşmak olduğu görülür (meselâ bk. el-En'âm 6/151-153; el-İsrâ 17/23-38; el-Hucurât 49/9-13). İnsanın öncelikle yakın çevresiyle ilgilenmesi ve onlarla dayanışma içinde bulunması onun tabiatının bir gereği olup Kur'ân-ı Kerîm'de bu durumun dikkate alındığı ve ilgili âyetlerde bu çevrenin öncelik sırasına göre ana babayı ve diğer akrabayı, yakın ve uzak komşuyu, yakın arkadaşı, yetimleri, yoksulları, yolcuları ve kişinin sorumluluğu altında bulunan başka insanları, nihayet yardıma muhtaç herkesi kuşatacak biçimde genişlediği görülür (el-Bakara 2/83, 177; en-Nisâ 4/36; el-İsrâ 17/26). Ancak Kur'an'da dayanışmanın özellikle iyilik ve takvâ konularında olması istenir; kötülük, düşmanlık ve saldırganlık türünden işlerde yardımlaşma yasaklanır (el-Mâide 5/2).
Hadislerde tesânüd (Tirmizî, "Tefsîr", 20; Dârimî, "Muḳaddime", 24) ve tezâhür (Müsned, V, 100; Müslim, "Ṭalâḳ", 30; el-Muvaṭṭaʾ, "Ṭalâḳ", 22, 23) kavramları sözlük anlamlarıyla kullanılmıştır. Buhârî'nin el-Câmiʿu'ṣ-ṣaḥîḥ'inde "et-Teʿâvün fî binâʾi'l-mescid" ("Ṣalât", 63), "Teʿâvünü'l-müʾminîn baʿḍuhum baʿḍan" ("Edeb", 36) başlıklı iki bab bulunmaktadır. İkinci babda zikredilen bir hadiste Resûlullah'ın, "Müminler topluluğu tuğlaları birbirini tutan binaya benzer" buyurduğu ve ardından parmaklarını birbirine kenetlediği ifade edilir. Aynı yerdeki başka bir rivayette bir kişinin ihtiyacını arzetmesi üzerine Resûlullah'ın yanındakilere dönerek, "Ona yardımcı olursanız ecrinizi alırsınız; Allah dilediği şeyi peygamberinin diliyle söyleterek gerçekleştirir" dediği bildirilir. Hadis mecmualarında ana babaya saygı, sıla-i rahim, yetimleri, yoksulları, kimsesizleri himaye, komşu hakları, sadaka, infak ve ihsan, birlik ve kardeşlik, ziyaret, hediyeleşme, dostlara yemek yedirme ve misafirperverlik gibi konulara dair hadisler aynı zamanda yardımlaşma ve dayanışmayı içerir. Bununla ilgili bir hadiste, "Müminler birbirini sevmekte, birbirine acımakta ve himaye etmekte bir organı hasta olduğunda diğerleri de acı çekip uykusuz kalan bir bedenin organları gibidir" buyurulmuştur (Müsned, IV, 270; Buhârî, "Edeb", 27; Müslim, "Birr", 66). Resûl-i Ekrem'in hicretin hemen ardından Medine'de gerçekleştirdiği faaliyetler arasında selâmlaşmanın yaygınlaştırılması, açların doyurulması, yakınların ziyaret edilip gözetilmesi, mescid ve mektep yapılması gibi sosyal konulara dair tavsiyelerin ön plana çıktığı görülür (Makrîzî, I, 69). Bu uygulamaların en önemlisi bazı Mekkeli sahâbîlerin önce kendi içlerinde, daha sonra ensardan bazı kimselerle kardeş ilân edilmesidir (bk. MUÂHÂT). Bu kardeşliğin taraflar arasında veraset ilişkisine kadar gitmesi, Medine'de yerleşen ilk İslâm toplumunda sosyal adaletin ve dayanışmanın güçlendirilmesi yolunda atılmış önemli bir adımdır (Hamîdullah, I, 196). "Medine anayasası" denilen ve bilinen ilk yazılı anayasa kabul edilen belgede Medine şehir devletini oluşturan müslümanlar, yahudiler ve diğer grupların birbiriyle ilişkilerinin düzenlenmesi, idarî ve adlî yapıların, din ve vicdan hürriyetinin belirli esaslara bağlanması yanında toplumsal dayanışma bilincinin geliştirilmesi de amaçlanmıştır. Hz. Peygamber'in hicretin 5. senesinde (626-27) baş gösteren kıtlık üzerine kendisini hicret etmeye mecbur bırakan Mekkeliler'in yardım isteğine olumlu cevap vermesi (a.g.e., I, 274) İslâm'da tesânüdün insanî boyutunu göstermesi bakımından önemlidir.
Fıkıh eserlerinde, gerek akrabalar gerekse müslümanlar arasında yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik eden âyetlerden hareketle muhtaç durumda olanlara yardım etmenin öncelikle yakınlarının görevi olduğu belirtilir. Hanefîler'e göre aradaki din farkı bile akrabaların bu yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Yardımlaşma ve dayanışmada gönüllü davranma esastır, ancak bakım yükümlülüğünü yerine getirmekten kaçınan akraba aleyhine dava açılabilir. Kaynaklarda akrabalarla ilgili dayanışmanın çerçevesi oldukça geniş tutulmuştur. Ancak muhtaç kimse bu çerçeveye giremeyecek kadar kimsesiz ve himayesiz ise bu durumda büyük aile olan toplum devreye girer ve muhtacı destekleme görevi ona düşer; bazan toplum adına bu görevi devlet yerine getirir. Devlet görevini ihmal ederse muhtaç durumda olana yargı aracılığıyla hakkını alma yolu açıktır (M. Ebû Zehre, s. 69-74; M. Receb Beyyûmî, II, 1154-1163). Fârâbî bazı siyaset bilimcilerinin, devlet gelirlerinden bir kısmını ihtiyaç sahibi ve düşkün kesimlerle çalışma gücü bulunmayanların bakımına ayırmak gerektiği düşüncesinde olduklarını ifade eder (Fuṣûl müntezeʿa, s. 76). Zekât, kurban, sadaka-i fıtır, fidye, kefâret, nezir, karz gibi konulara ve kardeşlik, yardımlaşma, paylaşmaya dair âyet ve hadisler İslâm kültüründe tesânüdün kurumlaşmasında önemli ölçüde etkili olmuştur (M. Ebû Zehre, s. 97-101; Kemâl Bû Zeyd, III, 1204-1206). Meselâ yemini bozmak, ihramda iken avlanma yasağına uymamak, kasten ramazan orucunu bozmak gibi bazı suçlar için konulan kefâretler (el-Bakara 2/184, 196; el-Mâide 5/89; el-Mücâdile 58/3-4), bir yandan cezalandırma amacı taşırken diğer yandan yoksul ve düşkünlere maddî destek sağlama hedefine hizmet etmektedir. Ayrıca İslâm'ın dört temel ibadeti olan namaz, oruç, zekât ve haccın da toplumsal iletişimi ve dayanışmayı geliştirici etkileri vardır. İlkini bizzat Hz. Peygamber'in gerçekleştirdiği, daha sonraki dönemlerde çok genişleyen vakıflar İslâm medeniyetinde tesânüd ilkesinin hayata geçirildiği en önemli kurumlardır. Menfaati halka tahsis edilen vakıf eserleri, insanların onurunu zedelemeden ihtiyaçlarının karşılanıp sıkıntılarının giderilmesi gibi büyük yararları yanında dolaylı olarak sosyal barışın korunup desteklenmesine de önemli katkı sağlamaktadır.
İslâm âlimleri insanın sosyal varlık oluşunu onun kendi kendine yetersizliğinin, dolayısıyla dayanışmaya ihtiyacının zorunlu sonucu olarak görmüşlerdir. Konuyu felsefî açıdan ele alan ilk müslüman düşünürlerden Fârâbî, insanın kendi varlığını sürdürebilmesi ve insanî yetkinliğini kazanabilmesi için gerekli olan şartları elde edebilmesinin diğer insanlarla bir arada dayanışma içinde yaşamasına bağlı olduğunu, yeryüzünde toplumların meydana gelmesinin temelinde bu zorunluluğun bulunduğunu belirtir. Fârâbî, bu açıdan toplumsal dayanışmayı -hadiste görüldüğü gibi- bir bedenin organları arasındaki ilişkiye benzetir (Ârâʾü ehli'l-medîneti'l-fâżıla, s. 117-119). Bu temel fikir İslâm düşünür ve âlimleri arasında ortak bir kabul haline gelmiştir. Meselâ Râgıb el-İsfahânî de yalnız başına yaşayan insanın en basit ihtiyaçlarını bile gideremeyeceğini, bu sebeple insanların yardımlaşma ve dayanışmaya muhtaç olduklarını ifade ederek eski siyaset kültüründeki, "İnsan tabiatı gereği medenî bir varlıktır" sözüyle Resûl-i Ekrem'in müminler topluluğunu tuğlaları birbirini tutan binaya, yine müslümanlar arasındaki sevgi, merhamet bağlarını biri hastalandığında diğerleri de acı hisseden organlar arasındaki güçlü ilişkiye benzeten hadislerinin bu gerçeği dile getirdiğini kaydeder (eẕ-Ẕerîʿa, s. 374). İbn Haldûn aynı sebeplerle insanın toplumsal bir varlık olarak yaratıldığını, dayanışma ve yardımlaşmaya ihtiyacı bulunduğunu söyler (Muḳaddime, s. 42-43). Aynı düşünür, ülfetin önemiyle ilgili âyeti (el-Enfâl 8/63) açıklarken kalplerin değersiz heveslere ve dünyaya kapılması durumunda bunun benlik çekişmeleri doğuracağını ve ihtilâfları arttıracağını, buna karşılık kalplerin dünya heveslerinden vazgeçip Allah'a yönelmesi ve O'na teslim olması halinde benlik davalarının ortadan kalkıp yardımlaşma ve dayanışmanın yayılacağını belirtir (a.g.e., s. 157).
Kaynak: TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ