HIV ve AIDS kelimelerinin insanlarda kafa karışıklığına yol açtığını belirten Enfeksiyon Uzmanı Dr. Songül Özer, "HIV nedir, AIDS nedir? İkisi aynı şey midir? Mikroorganizmanın, yani virüsün adı HIV. AIDS ise bir sendromdur. Yani HIV taşıyan, bu mikroorganizmayı vücudunda bulunduran insanların, mikroorganizmayı aldıktan yıllar sonra vücutlarında meydana gelen çeşitli enfeksiyonların oluşturduğu bir hastalık tablosuna verilen isim ise AIDS. Kısaca mikroorganizma denildiğinde HIV'den, hastalıktan bahsetmek gerektiğinde de AIDS'ten bahsediyoruz. Bu ikisi arasındaki fark budur. Bildiğimiz kadarıyla şu anda dünyada HIV1 ve HIV2 olmak üzere iki çeşit HIV var ama daha çok epidemiler yapan, yani salgın halinde görülen tipin HIV1 olduğunu söyleyebiliriz." dedi.
2019'DA 25 BİN KİŞİ HIV VİRÜSÜ TAŞIYORDU
HIV'in ikinci tipinin daha çok Batı Afrika'da sınırlı kaldığını ifade eden Özer, "Bütün dünyaya çok fazla yayılmamış ama HIV1 dünyada artık tüm ülkelerde görülebiliyor. 1984 yılında dünyada, 1985 yılında da Türkiye'de ilk vaka tespit edildi ve zaman içerisinde vakalar artış gösterdi. Sağlık Bakanlığı'nın Türkiye'de en son açıkladığı 2019 raporunda kan testiyle bakıldığında vücudunda bu mikrobu taşıyan kişi sayısının yaklaşık 25 bin civarında olduğu belirtiliyor. Hastalık 3 dönem halinde oluşuyor ve son dönemine AIDS deniyor. AIDS nedenle tedavi gören kişilerin de 2019 yılında yaklaşık 1900-2000 kişi civarında olduğu söyleniliyor." ifadelerini kullandı.
HASTALIĞA ÖZGÜ BİR BELİRTİ BULUNMUYOR
Dr. Songül Özer, insanların mikroorganizmayı bilinen en fazla bulaş yolu olan cinsel yolla, kan ve kan ürünleri yoluyla, organ nakli yoluyla veya gebelikte HIV pozitif olan annenin bebeğine aktarması yoluyla vücutlarına aldıklarını söyledi ve sözlerine şöyle devam etti:
"Bu mikroorganizma; solunum, yeme içme ve ağız yoluyla vücuda girmez, girse de hastalık yapmaz. Vücuda girdikten sonra hemen belirti yapmaya başlıyor. 1 hafta 10 gün içerisinde bu hastalığa özgü belirtiler olmadığı için genel bir halsizlik, kırgınlık, yorgunluk, boğaz ağrısı yaşanıyor. Bazen yüksek ateş, nezle, grip hali gibi belirtiler olduğu için hastanın aklına HIV pozitif olduğu veya bu virüsü aldığı gelmiyor. Virüs vücuda girdikten sonra kanda test edilebilir bir düzeye gelmesi gerektiği için ortalama 3 ila 6 aylık bir süre geçmesi gerekiyor. Kişi bu süreç içinde biriyle temas ettiğinde virüsü bulaştırır ama kendi vücudunda da mikroorganizma sayısı az olduğu için bulaştırıcılığın miktarı az olur. Kanda tespit edilebilir düzeye gelmesi aslında virüsün vücutta olgunlaştığı anlamına geliyor. Biz 6 ayı mutlaka görmek isteriz. Kişi 3'ncü ayda negatifse temas ettiği kişinin de kesinlikle HIV pozitif biri olduğuna eminse mutlaka 6. aydaki tespiti de görmek isteriz. 3'ncü ayda negatif çıktığında 6'ncı ayda da negatif çıkacak diye bir kural olmadığını söyleyebiliriz."
UZUN ZAMAN HİÇ BELİRTİ GÖSTERMEYEBİLİYOR
Yaklaşık 8-15 yıl gibi uzun süre hiçbir belirti görülmeyebildiğine dikkat çeken Özer, "Hastalığın tehlikeli olmasının sebebi bundan kaynaklanıyor. Bu belirtisiz dönem aslında virüsün vücutta çoğaldığı ve bulaştırıcılığın da maksimum olduğu dönemdir. İşte bu dönemde kişinin belirtisi olmadığı için toplumda yaygınlaşmaya başlıyor. Eğer korunma yollarını bilmez ve bu yollara uygun hareket edilmezse kişide fırsatçı enfeksiyonlar başlıyor." dedi.
HIV VİRÜSÜ VÜCUTTAKİ T LENFOSİTLERİNİ TÜKETİYOR
Enfeksiyon Uzmanı Dr. Songül Özer, HIV'in en önemli zararının bağışıklığı sağlayan vücuttaki T lenfositlerini tüketmesi olduğunu söyledi ve sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bu mikroorganizma lenfositleri tüketiyor. Yani lenfositlerin sadece HIV'e karşı değil, bütün mikroorganizmalara karşı olan cevabını ortadan kaldırıyor. O yüzden AIDS'te hastaların ölümü araya giren fırsatçı enfeksiyonlar nedeniyle gerçekleşiyor. Bir diğer deyişle HIV virüsü vücudun askerlerini tüketiyor. Böyle olunca HIV'i negatif olan insanlarda çok hafif seyreden enfeksiyonlar, savunma mekanizması bozulduğu için HIV pozitif olan kişilerde ölüme neden olan ağır enfeksiyonlara neden oluyor. O yüzden de kişide geçmeyen ishaller, kilo kayıpları, ciddi zatürreler ve belki basit bir nezle ya da grip yapacak olan mikroorganizma bu kişide ağır zatürrelere neden olabiliyor. Örneğin bulantı ve kusmayla geçiştirilebilecek hastalık yapan bir virüs ya da bakteri, bu hastanın vücuduna girdiğinde ağır ve geçmeyen, aylarca süren ishallere neden oluyor. Yani hastalık tablosu çok ağırlaşıyor. Bazı fırsatçı enfeksiyonlar; ağız içerisinde yaralar, vücutta açık yaralar, kanamalar bazen çok ciddi karaciğer, dalak, akciğer, böbrek tutulumları ve menenjit bile meydana getirebiliyor. Bu tablo elbette hastanın bütün savunma sistemini iyice bozuyor ve bu fırsatçı enfeksiyonlar da yeterince tedavi edilmezse maalesef hastayı kaybediyoruz. Tabii ki bu çok geç tespit edilen veya arada herhangi bir şekilde doktora müracaat etmeyen, tedavi olmayan hastaların tablosu."
BÜTÜN AMELİYATLARIN ÖNCESİNDE HIV TESTİ YAPILIYOR
1986 yılında Sağlık Bakanlığı'nın bulaştan korunma için çok önemli bir karar aldığını vurgulayan Dr. Songül Özer, "Bütün ameliyatlarda, ameliyat olmadan önce kişiye kan testi yapılarak vücudunda HIV virüsü taramasına başlandı. 8 - 15 yıllık bir süre belirtisiz ilerlediği için kişilerde ancak şikayet olduğunda gelip test yaptırmasını beklemeden yapılan taramalarla HIV pozitifliği tespit edilebiliyor. Ameliyat olacak kişilerin taranması, hem kişinin kendisi için hem de onu ameliyat edecek olan ekibin sağlığı için çok önemli. Bulaştırıcılığı azaltmak için çok önemli bir yol olduğunu söyleyebiliriz." dedi.