Organ bağışı konusunda organizasyon olarak bir sıkıntı yaşanmadığını fakat halkı bilinçlendirme anlamında önemli noktaların altını çizerek daha çok çalışma yapılması gerektiğini belirten Prof. Dr. Ender Dulundu, Türkiye'de gönüllü organ bağışının ne durumda olduğu sorusuna karşılık olarak ise bir milyon kişide sadece yedi kişinin bu kararı verdiğini ifade etti. Manikür-pedikür, dövme ve piercing gibi ortak kullanım malzemeleri ile yapılan işlemler Hepatit hastalıklarının bulaşmasına sebep olurken, karaciğerde fibrozis ve siroz gibi ciddi hasarların oluşumunu da tetikliyor!
Hocam merhabalar hoş geldiniz nasılsınız? Korona virüs döneminde sağlığınız yerinde mi? Hastanede durumlar nasıl gidiyor? Siz hastalığı geçirdiniz mi?
Şu an için yakın geçmiş döneme göre daha iyi durumda olduğumuzu söyleyebilirim ama tabi son dönemde yapılan kısıtlamalardan önce bayağı bir hastamız vardı. Meslektaşlarımızdan ve hatta asistan arkadaşlarımızdan hastalananlar oldu. Ama çok şükür herhangi bir şey yok bende, devam ediyoruz çalışmamıza.
Meslektaşlarınız arasından kayıplarınız oldu mu?
Bizim hastanede olmadı ama yakınlarımızdan tanıdığımız, bildiğimiz hekim arkadaşlarımız ya da sağlık çalışanlarımız arasından kaybettiklerimiz oldu maalesef.
Başınız sağ olsun.
Çok teşekkürler. Çok yakın arkadaşlarım olup, solunum cihazına bağlananlar ve sıkıntılı dönemler geçirenler oldu. Ama bu maalesef herkesin yaşayacağı bir süreç tabi ki. Şu anda durumlar daha iyi diyebilirim.
Sizin sağlığınız açısından bir problem teşkil etti mi bu durum?
Bazen hastaları acilen ameliyata almamız gerekiyor ve ne olduklarını bilemeyebiliyoruz bu durumlarda, ertesi gün servise aldığımızda korona çıkabiliyorlar. Asistan arkadaşlarla ameliyata girip, sonrasında hocam ben ertesi gün gelemiyorum diye arayıp test yaptırdıklarında korona çıktıklarını öğrenebiliyoruz.
O da biraz gergin bir durum tabi sizin açınızdan da.
Öyle ama bu koşullarda çalışmaya ya da adapte olmaya bir şekilde alıştık. Gündelik normal işlerimize devam ediyoruz. Korona yoğunluğu ve bu hastaların yoğunluğu normal işleyişi biraz yavaşlattı diğer hasta gruplarına bakış açısında. O da bir zorunluluktu tabi, hastaları yatıracağımız ve onlara bakabileceğimiz bir ortam gerektiriyordu. Fakat şu dönemde hasta sayısının bayağı bir azaldığını söyleyebilirim.
Çok güzel bir haber. Doktor olmaya nasıl karar verdiniz? Nasıl bir yolculuk oldu sizin için? Neden doktor olmayı istediniz ve uzmanlığınızı karaciğer üzerine yönlendirdiniz?
Küçük yaşlardan itibaren herkesin kafasında bir meslek canlanıyordur. Bende bir şekilde doktor olmayı daha ilkokuldayken kafama koymuştum. Bunda o dönem çok fazla doktora gidip gelmiş olmanın payı olabilir çünkü akciğerlerimle ilgili enfeksiyon bende çok sıkıntı yaratıyordu ve o dönemde belki hastaların hayatlarına dokunabilmek istemem burada bir yol açmış olabilir. Onun dışında tabi motivasyon da çok önemli. Doktorlar diye bir dizi vardı ve acil serviste kurşunlanma, çarpma, trafik kazası gibi hastalara acil müdahalelerle, ameliyatlarla hayatlarını kurtarma gibi sahneleri görünce doktor olmak zaten aklımdayken, o dönemden sonra da cerrah olmaya karar vermiştim. Sonrasında da süreç bu şekilde gelişti. Sınavları verdik, tıp fakültesine girdik. Tıp fakültesine girdikten sonra cerrahi zaten çok ilgimi çektiği için birinci, ikinci sınıftan itibaren acil nöbetlerine katılmaya başladım. Tabi çok erken bir yaştı aslında.
Acil servis ortamı nasıl bir ortam? Biraz sıkıntılı, gergin bir ortam bildiğim kadarı ile. Özellikle ilk başladığınız zamanlarda nasıldı sizin için bu süreç?
Tabi öncelikle çok yabancısı olduğunuz bir ortama giriyorsunuz, daha birinci, ikinci sınıftasınız ve henüz klinik pratiğe girmeden acil ortamını görüyor olmak biraz şoke edici olabiliyor yeni başlayan birisi için. E tabi malum acile acil sıkıntısı olan insanlar geldiği için orada her zaman bir koşturmaca, kargaşa, heyecan, mutluluk, üzüntü gibi pek çok duygu bir arada oluyor. Ben cerrahiyi seçtiğim için orada cerrahiden sorumlu olan ekip ile daha çok beraber oluyordum ve onlar da sağ olsun beni ameliyatlarına alıyorlardı. O sıralar bir trafik kazası gelmişti, bir aile komple bir trafik kazası geçirmişti maalesef. Anneyi de babayı da ameliyat sırasında kaybettik ve ikisi de aynı sebepten dolayı, karaciğer kanamasından dolayı vefat ettiler. Karaciğer öyle bir organ ki kaynar tarzda bir kanaması oluyor hasara uğradığında ve kanamanın nereden kaynaklandığını görmeniz çok zor çünkü şeffaf bir organ değil. Öyle olunca içinde de çok fazla vasküler damarsal yapılar oluyor. Hastaları o şekilde kaybetmiştik acilde. Hem orada karaciğer özel bir ilgi alanı olarak merakımı aldı, ondan sonra da cerrahi stajında rahmetli hocam Hayrettin Cebeci ile sabah altıda başlayan bir pratik hayatımız vardı, ondan sonrasında da karaciğer, pankreas ve safra cerrahisine odaklanmaya kara verdim diyebilirim.
Meslek hayatınızın bir bölümünü Japonya'da geçirdiniz ve orada Prof. Dr. Masatoshi Makuuchi ile tanışıp hem kendisinden eğitim alıp hem de çalışma fırsatı bulmuşsunuz. Bu serüven nasıl başladı? Sizin için nasıl bir deneyim oldu ve size mesleki anlamda nasıl bir vizyon kattı?
Tıp fakültesini bitirdikten sonra ihtisasa başlayabilmeniz için bir sınava girmeniz gerekiyor, ben de o sınava girdikten sonra genel cerrahi ihtisasına başladım ve çalıştığım yerde çok fazla karaciğer ameliyatları yapılmıyordu. Bir gün klasik kitaplarımızı okurken Makuuchi ismini gördüm ve uyguladığı teknikler çok değişik geldi bana.
Nasıl farklıydı bu teknikler?
Ben o dönem kendisiyle yazıştığımda Makuuchi'nin bu kadar önemli bir isim olduğunu bilmiyordum açıkçası çünkü henüz asistandım ve sadece okuduklarıma dayanarak onunla iletişime geçmeye çalıştım. Kendisi karaciğer cerrahisinde pek çok ilki gerçekleştirmiş bir isim. Bu hem karaciğer kanser cerrahisinde ultrasonografi kullanımında hem de canlıdan canlıya erişkinde dünyada karaciğer naklini ilk kez yapan kişi olması itibariyle çok önemli bir isim. Bir şekilde mailine ulaştım ve kendimi tanıtarak bir mail gönderdim, baktım cevap geldi! Tabi bu dediğim doksan dokuz senesinde oluyor ve gelebilirsin dedi. Bizim gözümüzde büyük hocalara yaklaşmak pek mümkün değildi ve asistan olarak bana cevap verdi. O dönem herkes bu işlerin Amerika'da ya da batıda olduğunu düşünürken Japonya'ya gitmem de biraz garipsendi açıkçası ama ben çok mutlu oldum. Üç aylığına asistanlığımın son dönemimde Japonya'ya gittim. Hocayı daha yakından tanıma şansım oldu ve ideal çalışma ortamında bulunduğunuzda eğer o işi de seviyorsanız bütün zamanınızı orada geçiriyorsunuz. Bende de öyle bir şey oldu zannedersem ve bu da hocanın dikkatini çekti. İhtisasını bitirdikten sonra sana burada fellowluk (üst ihtisas) verebiliriz dedi çünkü orada da gittiğimde ameliyatlara girebiliyordum. Ben Türkiye'ye döndüm, uzman oldum ve mecburi hizmet maceramız oldu. Makuuchi ile hep iletişimimiz oldu ve sonrasında Tokyo Üniversitesine giderek orada iki sene boyunca fellow olarak çalıştım. Hem ameliyat yapma hem de ameliyatlara girme şansı buldum. Fellowluk eğitimi bittikten sonra orada kalma şansım vardı fakat ülkeye dönüp burada bir şeyler yapma heyecanıyla Türkiye'ye geldim.
Aldıklarınızı ülkede mi işlemek istediniz?
Evet çünkü o dönem Türkiye'de karaciğer ile ilgili, karaciğer nakli ile ilgili çok fazla merkez yoktu. O heyecanla dönüp burada bir şeyler yapmak istedim. Sağlık bakanlığına bağlı eğitim hastanelerinde karaciğer nakli yapılmıyordu, ilk karaciğer naklini gerçekleştirdim Sağlık Bakanlığına bağlı olarak. Sonrasında da Marmara Üniversitesine geçip orada devam ettim.
Ne kadar süredir orada görev yapmaktasınız?
Son 10 senedir.
Şu anda Türkiye'de organ nakli ne durumda? Geliştirilmesi gereken noktaları var mı? Ne durumdayız organ naklinde?
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki organ nakli anlamında elemanımız yeterli sayıda var. Çok güzel ameliyatlar yapılabiliyor, bunu yapacak hem cerrahi hem sağlık personeli hem de donanım anlamında bir eksiğimiz yok. Günümüz itibari ile de global çerçevede canlıdan canlıya nakil açısından ilk üç sırada yer alıyoruz. Günümüzde de sağlık turizminde en başta organ nakilleri geliyor. Yurt dışından da hastalarımız geliyor burada organ nakli olmak üzere. Dolayısıyla bu anlamda bayağı iyi bir yerdeyiz diyebilirim.
Yurtdışından gelen çok fazla hasta oluyor mu?
Evet çok sayıda geliyor. Bizim kendi hastanemizde de yurtdışından gelen hastalarımıza yaptığımız nakiller oldu. Ancak yol kat etmemiz gereken çok önemli bir nokta var; nakil yapmanız için organa ihtiyacınız var! Sağlıksız organı sağlıklı olanıyla değiştiriyorsunuz ve orada bizim üstesinden gelmemiz gereken ana problem Türkiye'de nakillerin %75'i canlılardan yapılıyor. Bu tamamen sağlıklı bir insanın iki böbreğinden birini alıp yakınına vermek ya da karaciğerinin bir parçasını alıp ihtiyacı olan yakınına vermek anlamına geliyor ki tamamen sağlıklı bir insanı riske sokmuş oluyorsunuz.
Çok risk teşkil ediyor mu yaşayan hasta için bu durum?
Sonuçta bu bir ameliyat yani tabi ki hayati tehlike risklerine baktığımızda donörler için karaciğer naklinde hayati tehlike binde beş ile yedi oranında değişiyor. Bakılacak olduğunda küçük bir rakam gibi ama sonuçta karaciğerin bir kısmını alıyorsunuz ve bir ameliyat yüklemiş oluyorsunuz. Ne olursa olsun ameliyat olmamış sağlıklı bir insan gibi olması mümkün değil o hastanın. O dönemde iş gücünden geri kaldığını, sosyal, psikolojik sıkıntılara maruz kaldığını düşünelim, bunlar ciddi yükler oluyor aslında. Sonuçta bizim de batılı toplumlarda olduğu gibi bu oranı tersine çevirmemiz gerekiyor. Yani %75 kadavra, %25 canlıdan canlıya donör aracılığıyla yapılan nakillere doğru evrilmesi gerekiyor o sürecin, burada bir sıkıntı var.
Kadavra donör kullanıldığı zaman naklin yapıldığı hastada risk faktörü oluyor mu canlı donör ile karşılaştırıldığında?
Orada çok bir şey fark etmiyor. Tabi kadavradan bütün bir organı alıyorsunuz, canlıdan canlıya yaparken ise küçük bir kısmını alıyorsunuz. Teknik olarak canlıdan canlıya nakil çok daha zor ona göre dolayısıyla tabi ameliyat yapılan kişi açısından biraz daha kompleks hale gelebiliyor. Bu yüzden de kadavradan organ almak ve takmak daha mantıklı ve sağlıklı olabilir.
Bu anlamda Türkiye'deki gönüllülük oranı ne durumda organ bağışında?
Yani şimdi burada soruları siz soruyorsunuz, soruya soruyla cevap vermek ne kadar doğru bilmiyorum ama Türkiye'de bir milyon kişide organını bağışlayıp kullandıran kişi sayısı hakkında bir fikriniz var mı?
Çok fazla yok açıkçası.
Kaç kişidir sizce?
On bin kişi diyeyim ben.
Ben çok fazla uzatmadan cevabını vereyim: 7!
Bu kadar az olmasını gerçekten beklemiyordum, inanılmaz bir rakam!
Böbrek hastalarının şöyle bir şansı var; organ bulamasalar da diyalize girebiliyorlar ve hayatlarını idame ettirebiliyorlar ancak karaciğer hastalarının %90'ı bir yıl içerisinde hayatını kaybediyor. Dolayısıyla her yıl ülkemizde iki bin ile üç bin arasında karaciğer nakli yapılması gereken hasta var. Böbrek için de baktığımızda aslında diyalize girenlerle birlikte altmış bine yakın ama nakil bekleyen otuz bin kişi gibi görünüyor. Sonuçta düşünelim; Batılı gelişmiş toplumlarda bir milyonda otuz beşlerde kırklarda bağış sayısı. Biz ülkemizde seksen milyon diye hesaplarsak otuz kişi, kırk kişi bağışlasa, verse organlarını zaten ihtiyacımız kalmıyor canlı donörlere çünkü bir kişi sekiz kişiye hayat vermiş oluyor aslında.
Sizce insanlar neden buna çok fazla yanaşmıyor?
Bunun pek çok ayağı var. Burada önemli olan öncelikle organizasyon. Organizasyonda bir problemimiz yok çünkü sağlık bakanlığı gerçekten bunun legal zeminini hazırlamış durumda. Biz bugün bir organı almak zorunda kalsak ambulans uçak yoluyla bile hemen gidip organı alıp getirip takabiliyoruz dolayısıyla orayla ilgili bir sıkıntı yok. Din açısından da uygun olduğuna dair diyanetin yetmiş dokuz seksen yıllarında yayınlamış olduğu bir fetva var. Ama tabi halkı bilinçlendirme konusunda bir eksiğimiz var. Bu eksikte belki de herkesin payı var, belki en başında sağlık çalışanlarının da olabilir ama yapılan çalışmalara baktığımızda organ bağışı yapan kişilere sorulduğunda yurt dışında onları bu işe en fazla yönlendiren kanalın medya olduğu görülmüş. Bütün faturayı tabi ki medyaya çıkarmıyorum ama medya bunun çok önemli bir ayağı onu söylemek istiyorum sadece. Toplumdaki fikir liderlerinin bu anlamdaki pozitif fikirlerini yansıtabilecekleri alan medya oluyor genellikle. Dolayısıyla insanlar da onları örnek aldıkları için önemli. Diğer taraftan din adamlarına çok önemli görev düşüyor. Onların toplumda kişileri aydınlatması ve bunun dinen caiz olduğunu ifade ediyor olması önemli. Tabi sağlık çalışanlarının da burada payı var. Sonuçta beyin ölümü gerçekleşen kişilerden alınıyor organ ve o kişiler yoğun bakımda yatıyor. Yoğun bakımda yattığı süre içerisinde onu dışarıda bekleyen yakınlarını süreçle ilgili sağlıklı bir şekilde bilgilendirdiğimizde ve hastası için her şeyin yapıldığı izlenimini elde ettiğinde siz hasta yakınına günün sonunda beyin ölümünün gerçekleştiğinde organlarını bağışlar mısınız dediğinizde buna daha olumlu bakabiliyorlar. Bu noktada iletişim ile ilgili bir problem varsa hastaya bakılıp bakılmadığı ile ilgili burada sıkıntı oluyor.
Siz şahsi olarak hiç böyle bir sıkıntının içerisinde buldunuz mu kendinizi?
Etik olarak, nakli yapan cerrah olarak bizim bu sürecin hiçbir parçasında olmamamız gerekiyor. Sonuçta beyin ölümü gerçekleşen bir hastanın yakınına gidip hastanız öldü, organlarını bağışlar mısınız deyip ameliyatı da bizim yapmış olmamız biçimsiz bir durum olur. Organ nakil koordinatörümüz bu anlamda görevliler ve yoğun bakım doktorlarımızın yardımıyla aile görüşmelerini yapıyorlar. Orada şu da önemli; kişilerin hayattayken organlarını bağışlamak istediklerini ifade ederek doldurdukları organ bağış kartları var. Bu kart o kişilerin hastaneye düştüklerinde kimseye sorulmadan organlarının alınacağı anlamına gelmiyor, bu tarz doğru bilinen yanlışlar da var ve bu anlamda da bilgilendirme yapmak gerekiyor. Bir kişi o kartı doldurduğunda bundan kimsenin haberi olmuyor. Hastaneye başvurduğunuzda sistemde hekim de, herhangi bir sağlık çalışanı da o kişinin organlarını bağışladığını bilmiyor. Bunu sadece bakanlık biliyor.
Bunun sebebi tam olarak nedir?
Bu birtakım kaygıların önüne geçmek adına paylaşılmaması gereken özel bir bilgi. Ben organlarımı bağışladım, hastaneye düştüğüm zaman bana bakılmayacak mı gibi kaygılar oluşabiliyor hastalarda. Bu kartın faydasına gelecek olursak; Bu kart doldurulurken bir kişi şahit oluyor ve aile yakınları da bilgilendiriliyor. Dolayısıyla günün birinde organlarını almak için sorulduğunda aile, bunun yakının isteği, vasiyeti gibi olduğunu biliyor ve karar verirken daha rahat hareket edebiliyorlar. O yüzden organ bağışı önemli ve toplumu da bu konuda bilgilendirmek çok önemli.
Korona virüsün organlar üzerinde etkisi oluyor mu? Özellikle uzun vadede zarar verdiği zaman organlara nakil yapılacağı zaman yan etkileri oluyor mu? Süreci etkiliyor mu?
Korona virüs nakli şu anlamda olumsuz etkiledi; yoğun bakım ihtiyacının fazla olduğu alanlarda bu tür hastalara ağırlıklı olarak yer ayırmak gerekti ve organ bağışı da toplumun farklı kaygıları oluşunca geri plana düştü. Yoğun bakım koşullarında her hastanın korona olup olmadığını değerlendirmek ve organ bağışında kullanılıp kullanılamayacağını değerlendirmek önemli bir faktör olarak karşımıza çıktı. Bütün bunların ışığı altında organ nakilleri biraz durakladı açıkçası. Koronaya yakalanan hastalarda ileriye dönük ne tarz problemler yaratacağı hala araştırma konusu. Her geçen gün yeni bilgilerle bilgilerimiz tazelenmeye devam ediyor. Dolayısıyla bu konuda çok net sağlıklı bir bilgi vermek şu an için mümkün değil ama karaciğeri de etkilediği bir gerçek. Sonuçta vücuttaki bütün organları etkiliyor.
Karaciğer özelinde nasıl bir etkisi oluyor korona virüsün?
Korona virüs karaciğer enzimlerini yükseltiyor yani karaciğerin dokusunda hasar oluşmasına yol açıyor. Ama bunun uzun dönemde nasıl etkiler yarattığıyla ilgili henüz çok sağlıklı bir bilgimiz yok.
Zaten bakıldığı zaman hastalık sadece bir senedir hayatımızda o yüzden bir şeyleri uzun vadede görmemiz şimdilik çok mümkün değil. Organ nakli gerçekleştikten ne kadar süre sonra hasta normal hayatına geri dönebiliyor?
Organ naklindeki amacımız nakilden önce sürekli acilin kapılarında sürünen ya da yanında da birkaç tane yakınıyla onların da zamanını alan bir ortamdan, topluma faydalı ve üretken kişiler olarak katmaya çalışmak. Böyle olunca her şey yolunda gittiğinde ortalama üç ay sonrasında, altı ay sonrasında tabi burada ne beklediğimize de bağlı. Bir ay sonrasında kişi kendi günlük ihtiyaçlarını yapacak şekilde günlük ihtiyaçlarını idame ettirmeye başlayacak pozisyona gelebiliyor. Üç ay sonra normal yürüyüşlerine de başlayabilir. Altı ay sonrasında normal insanlardan bir farkı kalmaz diyebiliriz. Ameliyat süreci sağlıklı geçtikten sonra ortalama on beş gün ila bir ay arasında hastaların hastanede yatış süreleri oluyor bağışıklık sistemini baskılayacak ilaçların ayarlanması gerektiği için.
Karaciğerin halk tarafından da genel olarak kendini yenileyen bir organ olduğu biliniyor. Bizim bilmediğimiz ama bilinmesi gereken özellikler var mı? Ya da doğru bildiğimiz yanlışlar var mı?
Karaciğer vücudumuz için çok önemli bir organ çünkü hem üretim merkezi hem de rafineri merkezi. Yani vücudumuz için önemli pek çok yapı taşını, proteini, pıhtılaşma faktörlerini, besinlerle sindirilen gıdalardan bunun vücut için kullanılacak hale getirilmesi gibi pek çok şeyin üretim merkezi. Onun dışında vücutta ortaya çıkan zehirli maddelerin, toksik maddelerin etkisizleştirildiği bir organ. Karaciğerin kendisini yeniliyor olduğunu biliyor olmak onun her türlü sıkıntıyı atlatıyor olacağı anlamına gelmiyor. Aşırı yüklenmemek gerekiyor, onun da bir kapasitesi var yani şuna benzetebiliriz; bir boks müsabakasında yumruğu yedikten sonra yere düşen sporcuya hakem ona kadar sayıyor kalkması için ve biraz gücü varsa kalkabiliyor, yoksa kalkamıyor işte karaciğerde bunun gibi bir şey. Ayağa kalkıp kendisini toparlayabilmesi için onda bir rezervinde olması gerekiyor. Dolayısıyla onu sonuna kadar tüketmemek gerekiyor. Kendini yenileyen bir organ olması her türlü problemin altından kalkacağı anlamına gelmiyor.
Karaciğere en çok hasar veren faktörler nelerdir? Bunlara nasıl dikkat edip korunabiliriz?
Yakın zamana kadar hepatitler yani hepatit A, B, C çok ciddi bir problemdi dünyada ve ülkemizde. Bunlar karaciğerde fibrozise, siroza kadar giden süreçleri tetikleyen etkenler olarak karşımıza çıkıyordu. Hala ciddi bir problem ama şimdi kısmen hepatitler biraz daha geri plana düşmeye başladı. Bunu da aşılama programıyla sağlıyoruz. Hepatit A'nın ve B'nin aşıları var, bunları da toplumun her bireyinin yaptırması gerekiyor. Zaten bakanlık bu aşıları da aşılama programı içerisine almış durumda dolayısıyla bu çok önemli. Onun dışında manikür-pedikür gibi ortak kullanım ürünlerinin kuaförlerde kullanılıyor olması ciddi bir risk faktörü. Kullanılan malzemelerin dezenfekte edilmesi ve steril olması lazım. Sizden önceki kişi hepatit ise size bulaştırabilir. Ya da kuaförlere, berberlere gittiğimizde oradaki tıraş makinesi, jilet bir başkasında kullanılmışsa sorun olabilir. Geçmişte daha çok problemdi şu an kalktığını düşünüyorum ama diş hekimine gittiğinizde steril olmayan aletlerle müdahale ediliyorsa ya da gençlerde daha çok yaygın olarak yer etmeye başlayan dövmenin ve piercing'in yapıldığı koşullarda kullanılan malzemelerin mutlaka steril olması gerekiyor. Aynı evi paylaştığımız kişilerde hepatit varsa bu da ortak kullanılan ürünlerle, vücut salgılarıyla, cinsel temasla bulaşabilir. Ya da hasta bir anneden doğum yaptıktan sonra çocuğa bulaşabilir, bunlar önemli bulaşma faktörleridir. Hepatit A ağız yolu ile bulaşabilir, yıkanmamış gıdaların tüketilmesi ile bulaşabilir. Hepatit B aşısı yaptırdığımızda hepatit D'den de korunuyoruz. Diğer taraftan günümüzün en önemli problemlerinden biri aşırı kilo ve yağlanma, düzensiz beslenme, bunun sonucunda obezite, karaciğerde yağlanmaya ve karaciğer hücrelerinde hasara yol açıyor. O hasar fibrozisle yani fibrozis derken de şöyle; elimizi kestiğimizde elimiz iyileşirken büzüşerek iyileşir, karaciğerde de buna benzer bir hasar oluşturuyor ve sonrasında bunun üzerine siroz eklenebiliyor. Sirozlu karaciğer de hasarlı bir karaciğer oluyor ve o zeminde kanser de gelişebiliyor. Dolayısıyla kilo almak ve karaciğer yağlanması ciddi bir problem. Genetik faktörler de var, aflatoksin dediğimiz bir takım özellikle kuru gıdalarla bulaşan, baharatlar olsun kabuklu kuruyemişler olsun bunlar küflenmişse ve yüksek dozda aflatoksine maruz kalırsak bunlarda karaciğerde hasara neden olabilir. Bir diğer faktör alkol kullanımı, orada da aşırı alkol kullanımı ve tüketimi karaciğerde hasara yol açabilir. Karaciğer vücudun dengesini sağlayan hassas ve önemli bir organ.
Karaciğer kanseri nedir? Karaciğer kanseri denildiği zaman nasıl bir algı oluşuyor ve bulgularını biz nasıl anlayabiliyoruz, tanısını nasıl yapabiliyoruz?
Karaciğerin sağlıklı hücrelerinin hasar görüp, kontrolsüz bir şekilde çoğalması anlamına geliyor. Karaciğer kanserinin iki temel kaynağı bulunuyor: Kendi sahip olduğu dokulardan kaynaklanan kanserleri ve ikinci olarak da vücudun herhangi bir yerinde olan kanserin buraya sıçraması, metastaz yapması şeklinde. Karaciğer kanserlerinin büyük çoğunluğu aslında vücudun farklı bir organındaki kanserin ve bunun arasında da özellikle kalın bağırsak kanserlerinin o organa sıçraması ile karşımıza çıkıyor.
Yaşın bir etkisi var mı karaciğer kanseri üzerinde?
Yaşımızın şöyle bir etkeni var; günümüzdeki mevcut koşullar doğrultusunda insanların ortalama yaşam ömürleri uzadı. Uzayınca bu zeminde bir takım mutasyonların gelişmesi, dokuların kendi özelliklerini kaybetmesi gibi olasılıkları da arttırdı. Alkol, bir takım toksik etkilere maruz kalmanın süresi de uzadığı için ya da karaciğerde yağlanmanın ileri yaşlarda da bir problem olduğunu düşündüğümüzde kanser gelişme riski yükseliyor. Onun dışında teknoloji de gelişti ve gelişmesiyle birlikte bir hekime başvurduğunuzda görüntüleme yöntemleri o kadar ayrıntılı hale geldi ki en ufak bir tümörü bile saptayabiliyoruz. Bunların hepsini bir bütün halinde düşündüğümüzde yaşla beraber kanserlerinde önümüze daha fazla oranda çıktığını görmemiz mümkün.
Şu anda ameliyat sırasında kullandığınız geliştirilen bir ultrasonografi sistemi var ve bunu Türkiye'ye getiren kişi sizsiniz. Ultrasonografiyi bize biraz daha detaylı anlatabilir misiniz?
Şimdi sonuçta günümüzde tomografi, mr (emar), pet/ct gibi gelişmiş görüntüleme yöntemleri var. Biz bir hastanın karaciğer kanseri olduğunu saptadığımızda şuna bakıyoruz; bu kanser karaciğerin ne kadarlık bir bölümünü kapsıyor? Sayısı nedir? Lokalizasyonu, yeri nedir? Bunlara bakıyoruz. En başta da söylediğim gibi dünyada karaciğer cerrahisinde ultrasonografiyi hayatımıza sokan ilk kişi yanında çalıştığım hocam Makuuchi'dir. Dolayısıyla orada bunun pratiğini yapma şansım da oldu. O döneme kadar ultrasonu radyologlar kullanıyordu, ameliyat sırasında da onları çağırıp onlarla beraber bu işi yapmak gündelik pratikte yoktu. Bir cerrah olarak Türkiye'de bunun öncülerinden olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu anlamda iki sene önce Türkiye'de karaciğer cerrahisinde ilk ultrasonografi kullanım kursunu gerçekleştirdik. Ultrasonografi yaklaşık %3 ila %15 hastada ek lezyon gösteriyor bize. Yani ameliyattan önce hastanın üç tane tümörü olduğunu düşünüyorsunuz karaciğerde ama ultrasonografi yaptığınızda karaciğer içerisinde karnını açıp baktığınızda buna ek lezyonlar görebiliyorsunuz. Böylece müdahale etme şeklimiz değişiyor. Hastanın üç tane tümörü olduğunu düşündüğümüzde biz onları çıkarırsak geride tümör bırakmış oluyoruz. Bu durum ameliyattan sonra hastanın çok kısa bir süre sonra tekrar nüksetmesine, geride kalan tümörün büyümesine neden oluyor.
Bu metastaza da sebebiyet veren bir durum olarak da karşımıza çıkıyor mu?
Tabi, sonuçta bir tümör odağının orada olması vücudun farklı bir bölgesinde ya da karaciğerin farklı bir alanına yeni bir lezyonun eklenmesine, metastazına sebebiyet verebiliyor. Dolayısıyla ultrasonografinin ilk olarak bu noktada faydası var. İkinci olarak, özellikle çok fazla sayıda tümörü olan hastalarda yakın döneme kadar karaciğer cerrahisi yapılmıyordu. Mesela bizim ameliyatla yirmi tane yirmi beş tane tümörü karaciğerinden çıkardığımız hastamız var. Tabi burada yanlış mesaj vermek istemiyorum, önemli olan karaciğer dokusunun cerrahiyi tolere edebiliyor olması. Ama diğer taraftan da karaciğerin içerisinde ağacın dalları gibi damarlar var. O damarların arasına bu tümörlerin serpilmiş olduğunu düşünün, sizin o damarı hasara uğratmadan tümörleri çıkarabilmeniz gerekiyor çünkü damarı keserseniz onun beslediği karaciğer dokusunu da alırısınız. O tümörleri çıkarabilmek için ultrasonografi ile damarları görüyoruz, sadece tümörü çıkarıyoruz, damarları koruyoruz ve böylece çok fazla sayıda da olsa tümörleri çıkarıp maksimum karaciğer dokusunu bırakıyoruz hastada. Bu da hastayı kaybetme ihtimalini minimuma indirgiyor. Pek çok hasta için bir çıkış kapısı olduğunu söyleyebiliriz çünkü şu anki bilgilerimiz doğrultusunda en etkili tedavi yöntemi cerrahi. Onun dışındaki kemoterapi ya da diğer ek tedaviler cerrahinin yerini tutmuyor. Böyle olunca da cerrahi olabilme şansı varken bir hastanın, diğer farklı tedavi yöntemlerine yönlendirmek çok kabul edilir değil. Bunun da yapılabileceği merkezlerde hastaya bu müdahaleyi etmek gerekiyor. Orada multidisipliner çalışmanın önemi ortaya çıkıyor. Yani onkolog, cerrah, radyolog, hepsinin bir arada olup ortak konseylerle karar veriyor olması gerekiyor. Bu da ameliyat olabilecek bir hastanın gereksiz kemoterapi almasının önüne geçmiş oluyor. Ya da cerrahi olarak baktığınızda ameliyat olmasının önünde bir engel varsa gereken hastayı kemoterapiye gönderiyorsunuz. Burada kemoterapi de çok önemli bir yöntem ama uygun olan hastalarda, gerekli olan hastalarda kullanılması gerekiyor. Cerrahiyi etkileyen en önemli faktörlerden bir tanesi karaciğer dokusunun sağlıklı olması. Geriye bıraktığınız karaciğerin, hastanın hayatını idame ettirebiliyor olması. Eğer o karaciğer hasarlıysa ve kemoterapi karaciğeri hasara uğrattıysa sağlam dokuları da hasara uğratmış oluyor. Gereksiz tedavilerden uzak kalarak gereken yolda tedavi uygulamak bizim için önemli bir nokta.
Ultrasonografi sizin dışınızda başka hekimler tarafından ya da başka hastanelerde, yapılarda da kullanılıyor mu?
Doksan dokuz senesinden bu zamana kadar olan süre içerisinde ultrasonografinin ameliyat sırasındaki kullanımıyla ilgili önemini vurgulamaya çalıştım ülkemizde. Sonuç olarak ulstrasonografinin Türkiye'de de gelişmiş merkezlerde kullanıma başlandığını mutlulukla söyleyebilirim. Ne kadar çok merkezde kullanılmaya başlarsa hastalar için o kadar verimli olacaktır. Ama cerrahların bunu bizzat kullanıyor olacak duruma gelmesi için daha kat edecek çok yolumuz var. O açıkları da bu eğitim programlarıyla kapatmaya çalışıyoruz. Bu sene yine bir ultrasonografi kursu düzenlenecek ve bu şekilde bilinçli eğitimi arttırarak sayıyı yükseltmeyi hedefliyoruz.
Bu eğitimleri sadece siz mi veriyorsunuz yoksa size destek olan başka meslektaşlarınız da var mı?
Ultrasonografi kullanımında İtalya'da da çok önemli bir otör var ve ilk kursta kendisi de gelmişti. Katılanların ameliyat sırasında da direkt olarak kullanımını görme şansı oldu. Yurtdışından da bu şekilde destek almaktayız.
Günlük vitamin kullanımıyla ilgili de bizleri biraz bilgilendirebiliriz? Nelere dikkat etmeliyiz?
Sağlıklı ve düzenli beslenen, egzersiz yapan bir insanın takviyelere ihtiyacı olmaması lazım normalde. Toplumun sağlıklı bireylerinin takviyeye ne kadar ihtiyacı olduğu konusunda soru işaretlerim var açıkçası.
Koronavirüs özelinde bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Özellikle D vitaminin koruyucu özellikleri var mıdır yok mudur gibi birtakım henüz kanıtlanmamış bilgiler var ortada. Dolayısıyla onların kanıtlanmaya ihtiyacı var. D vitamini özelinde bakacak olursak bizim ülkemiz güneş gören bir ülke en büyük kaynağı biziz, güneşi gördüğümüz anda D vitamini üretiliyor zaten. Güneşin çok olmadığı mevsimlerde makul düzeylerde D vitamini takviyesi belki alınabilir çünkü bazı vitaminlerin aşırı miktarda vücutta olması bize yarardan çok zarar sağlar.
Nasıl bir etkisi olur zarar anlamında?
Bazı vitaminleri aldığımız zaman fazlasını idrar yollarıyla atıyoruz fakat bazıları vücudumuzda yağlı dokularda birikiyorlar. Mesela D vitamini özelinde kemiklerde, dolaşım sisteminde birtakım hasarlara yol açabiliyor, Dolayısıyla çok fazla miktarda kullanmamak gerekiyor.