Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ABD ziyareti birçok soru etrafında tartışılmaya devam ediyor. İki ülke ilişkilerinin tamir edilip edilmediği ve ilişkilerin yakın gelecekte nasıl şekilleneceği üzerinde en çok yoğunlaşılan meseleler. Ancak başlıktaki soruyu kestirmeden olumlu ya da olumsuz bir şekilde cevaplamak artık çok kolay değil. Bu durumun temel sebebi de aslında "normalleşme" kelimesine yüklediğimiz anlamın kendisi ile ilgili. Erdoğan'ın ziyaretinin ilişkileri normalleştirip normalleştirmediği ya da başarılı geçip geçmediğine dair tartışmaların temeli de uluslararası siyasetin yeni düzleminin anlaşılmaması ile ilgilidir.
Son beş yıldır Türk-Amerikan ilişkilerinin üzerinde oturduğu uluslararası/bölgesel düzlem de, ABD'nin bu düzleme bakışı da, Türkiye'nin ABD'ye olan bağımlılığında da önemli değişimler yaşanmıştır. Başka bir deyişle ne uluslararası yapı ne ABD ne de Türkiye'nin beş yıl öncesinin koşullarına sahip olmadığı düşünüldüğünde ilişkilerin anlamlandırılmasının ölçeğinin farklılaştığını da dikkate almamız gerekmektedir. Dolayısıyla son beş yıl içinde uluslararası yapı, ABD ve Türkiye'nin dış politikadaki değişimi göz önünde bulundurulmadan ne krizler ne de iş birlikleri anlaşılamaz.
Son yıllarda uluslararası yapıda yaşanan değişimler krizlerin "yeni normal" haline geldiği bir dünya yarattı. Türk-Amerikan ilişkilerinin ve ittifak alanlarının da bu düzlemden nasibini alması gayet doğal ve nitekim alıyor da. Dolayısıyla ilişkilerin bir süre daha gerginlikleri de içinde barındıran iş birlikleri ya da iş birliğine rağmen gerginliklerin yaşandığı somut örneklerle karşımıza çıkması şaşırtıcı olmamalıdır.
Erdoğan-Trump zirvesinin en önemli tarafı ikili ilişkilerin kopma noktasından uzaklaşmış olmasıdır. Trump'ın basın açıklamasına ittifak ilişkisine vurgu yaparak başlaması, DEAŞ'la mücadele konusunda Türkiye'ye hakkını teslim etmesi ve Güvenli Bölge planına destek verdiğini belirtmesi bu anlamda önemli ve somut göstergeler.
Ancak bu durum her bir mesele üzerinde uzlaşıldığı anlamına gelmez. Zirve sonrasında yapılan açıklamalar bu durumun net bir göstergesi niteliğinde. YPG elebaşı Ferhat Abdi Şahin'in ABD'ye ziyaretinin ertelenmesinin sağladığı konjonktürel yumuşama ya da Trump'ın PKK'yı işaret ederek "Kürtlerin içinden çıkan terör örgütlerinin Türkiye'ye yarattığı tehdidi anladığını dile getirmesi" ABD'nin PYD'ye bakışını bütünüyle değiştirdiği anlamına gelmez. Dolayısıyla PYD meselesini ABD zaman zaman bir koz olarak kullanmaya devam edecek kimi zaman ise Türkiye'nin zorlaması ile politikasını revize ederek taviz vermek zorunda kalacaktır. Barış Pınarı Harekatı öncesi ve sonrasına bakıldığında bu durumun net bir şekilde görüldüğünü ifade etmek mümkündür.
Öte yandan ticari alanda 100 milyar dolarlık ticaret hedefine doğru yol alırken S-400 ya da F-35 konularında gerginliklerin yaşanması bizi şaşırtmamalıdır. Basın toplantısında Erdoğan'ın "ilişkilerin ticari boyutu ile siyasi boyutunun birbirinden etkilenmeyecek bir seviyede tutulması üzerinde görüş birliğine vardıklarına dair" cümlesi bu açıdan çarpıcı.
Özetle ABD'nin yeni uluslararası ve bölgesel koşullarda Türkiye'nin kendi güvenliğini önceleyen tutumunu yavaş yavaş kabullendiği bir noktaya evrildiğini ve fakat ilişkilerin konjonktürel krizlerle test edileceği yeni bir döneme girildiğini ifade etmek mümkün. Özellikle S-400'lerin aktivasyonu, dördüncü nesil savaş uçağı ihtiyacının karşılanması konularında atılacak adımlar gerginliğin ağır bastığı dönemler olacaktır. Türkiye'nin bu konularda alternatif yönelimler sergilemesini gerektirecek şartların ortadan kaldırılması ise ilişkilerin daha yumuşak bir düzlemde seyretmesine neden olabilir. Bu yumuşama ise ABD'nin başta İsrail, Suriye ve Doğu Akdeniz olmak üzere birçok politikasını önemli ölçüde revize etmesi ile mümkün olacaktır ki yakın zamanda bu durumun gerçekleşmesi ise beklenmemelidir.