Ve beklenen oldu, Türkiye'nin Fırat'ın doğusundaki terör örgütlerine karşı planladığı harekat başladı.
Uzun süredir devam eden diplomatik temaslar ve sahada gerçekleşen hazırlık safhasının tamamlanmasından sonra 9 Ekim günü saat 16.00 itibarıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla Türk Silahlı Kuvvetleri sınırı geçerek ilk adımı attı.
Operasyon daha önce Türkiye'nin dile getirdiği barış koridoru söylemine uyumlu şekilde Barış Pınarı Harekatı (BPH) olarak isimlendirildi.
Harekatın temel hedefleri de oldukça net. Ayrım gözetmeksizin terör örgütlerinin tasfiye edilmesi ve mültecilerin evlerine güvenli bir şekilde dönüşlerinin temin edilmesidir.
Harekat başladığı andan itibaren birçok ülke temsilcisi ve uluslararası kamuoyundan çok sayıda açıklama geldi.
Avrupa ülkelerinin kahir ekseriyeti harekata karşı açıklamalarda bulundu. Kimi ülkeler silah satışlarına yönelik ambargoları devreye sokacaklarını ilan ederken Macron örneğinde olduğu gibi bazı liderler ise sosyal medya üzerinden "kınama" yoluna gittiler.
Bununla da yetinmeyip henüz operasyonun ilk saatlerinden itibaren Türkiye'ye yönelik suçlamalar yöneltmeye başladılar.
Bu suçlamaların iki noktada yoğunlaştığını ifade etmek mümkün: Birincisi Türkiye'nin Kürt sivillere yönelik "katliam" gerçekleştirdiği, ikincisi de DEAŞ'ın yeniden canlanması için uygun zemin oluşmasıdır.
Bu iki yakıştırmanın da siyasi ya da güvenlik endişelerinden kaynaklanmadığını ve birer ithamdan ibaret olduğunu ifade etmekte yarar var. Alıcısı da baştan belli olan bu söylemlerin yalnızca Türkiye'nin değil aynı zamanda bölgenin iç barış ve huzurunu hedef aldığını da not edelim.
O halde neden bu kadar ağır suçlamalarda bulunma yoluna gittiler?
Kestirmeden ifade edeyim; kısa vadede konforları ve uzun vadeli planları bozulduğu için.
Bugüne kadar Batılı ülkelerin Suriye politikalarının temelinde hiçbir maliyet üstlenmeksizin çıkar elde etme güdüsü yatmaktaydı. DEAŞ'la mücadelede bile hava desteği ve teknik istihbarat dışında bir katkıları olmadığını söylemek abartı olmayacaktır. Daha önemlisi DEAŞ Irak'tan başlayarak Suriye'ye yayıldığı süreçte bile harekete geçmek yerine "bekle-gör" politikası izlediler.
Avrupa'da bulunan radikal unsurların Suriye'ye akışını izleyerek Suriye'nin bir terör yuvasına dönüşmesi pahasına bu tehditlerden kurtuldular.
DEAŞ'ın fiili toprak kontrolü sona erdiğinde de bütün yükü yine Suriye'de yani Türkiye'nin yanı başında bıraktılar. Az sayıdaki DEAŞ mensubu vatandaşlarını geri almamak için PYD'ye her türlü destek verdiler. Kısacası bütün yük ve maliyeti PKK'yı büyütecek şekilde Suriye'de bıraktılar.
Türkiye'nin bugüne kadar PYD, DEAŞ ya da mültecilerle ilgili önerdiği bütün somut çözüm önerilerine ise kulak tıkadılar. Başka bir deyişle Türkiye için ulusal güvenlik meselesi haline gelen konular ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından hafife alındı ve Ankara'yı tek başına inisiyatif alma noktasına getirdi.
BPH'nin kısa vadede sınır güvenliğinin sağlanması ve bölgenin terörden arındırılmasıyla sonuçlanacağı çok açık. Uzun vadede ise Suriye'nin toprak bütünlüğünü temin eden en önemli hamle olarak tarihe geçecek. Fransa başta olmak üzere birçok aktörün harekattan rahatsız olmasının temelinde de bu gerçek yatmaktadır.
Türkiye ulusal güvenlik boyutuna ulaşmış olan terör örgütlerinin varlığı ve mülteci meselesinin çözümü için başlattığı harekata karşı müttefiklerinden retorik düzeyde tepki göstermelerini değil destek beklemektedir.
NATO'nun kurumsal desteği ve bu ülkelerin birçoğu ile Türkiye'nin NATO şemsiyesi altında sahip olduğu ittifak ilişkisi de destek sağlanmasını gerektirmektedir.
Bununla birlikte harekat başladığı andan itibaren kullanılan tehdit içerikli açıklamaların caydırıcı bir özelliği yoktur ve Türkiye'nin harekat sürecini de etkilemeyecektir.
Sonuç olarak Türkiye ABD Başkanı Trump'ın çelişkili sosyal medya açıklamalarını da Avrupa'dan gelen her türlü destek ve karşı açıklamayı da not ederek harekattan sonuç almak üzere yoluna devam edecektir.
Bu açıklamaların her birinin elbette Türkiye karar vericileri ve Türk kamuoyu nezdinde bir karşılığı da olacaktır.