Bugünlerde hem Türkiye'de hem de İtalya ve İngiltere'de parti temsilcileri ve siyasi analistler yoğun bir şekilde koalisyonla yönetilmenin ne anlama geldiğini tartışıyorlar. Türkiye'de 7 Haziran sonrası, bir koalisyon hükümetinin kurulacağı rüyasını gören analistler, müzakereci demokrasinin ve uzlaşmanın çok uzak olmadığını iddia etmekte. Türkiye'deki bu koalisyoncu hükümet aşkının aksine, Fransa ve İngiltere'de bu konu tamamen farklı bir bağlam üzerinden tartışılmakta.
İtalya, 1948 yılından bu yana ortalama ömrü bir yıl olan 69 farklı hükümetle yönetildi. Çift meclisli, parlamenter bir sisteme ve sembolik konumda bulunan bir cumhurbaşkanına sahip olan İtalya'da, uzun yıllardır siyasal istikrarın nasıl sağlanacağı tartışılmaktaydı. Örneğin İtalyan sağının önemli liderlerinden G. Miglio 1980'lerde, İtalya eski Cumhurbaşkanı F. Cossiga 1990'larda, 2000'li yıllarda ise eski Başbakan S. Berlusconi siyasal sistemin istikrara kavuşturulması için başkanlık ya da yarı başkanlık sistemini tartışmaya açmışlardı.
Son dört yılda, biri teknokratlar hükümeti olmak üzere, dört hükümetin görev yaptığı İtalya'da; göreve geleli 15 ay olan sol eğilimli Başbakan Renzi, 'istikrar' vurgusunu merkeze koyarak, İtalya'nın çok uzun süre tartıştığı ancak gerçekleştiremediği siyasi reformu hayata geçirdi. İtalyan seçim sisteminde yapılan bir değişiklikle, İtalya'da koalisyon dönemini sona erdirecek yasa kabul edildi. Böylece bir partinin iktidar olabilmesi için yüzde 40 oy yeterli olacak, bu oy oranına ulaşılamazsa ikinci tura en çok oyu alan iki parti katılacak.
İngiltere'de de koalisyon tartışması yine 'siyasi istikrar' bağlamında ele alınmakta. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ikinci defa koalisyon hükümeti kurulma ve iki partili sistemin sona erme ihtimali, ülkenin dar bölgeli seçim sistemini tartışmaya açtı. Özellikle küçük milliyetçi partilerin oylarının giderek yükselmesi, Başbakan ve Muhafazakar Parti lideri D. Cameron'ı, seçimi kazanması halinde İngiltere'nin AB üyeliğini en geç 2017'ye kadar referanduma götüreceği vaadini bile gündeme getirdi.
Koalisyonun yıkıcılığı
Türkiye siyasetinde ise, AK Parti'nin her ne olursa olsun iktidardan gitmesi gerektiğini blok halinde savunan koalisyoncu cephe, batı Avrupa koalisyonlarına da atıfta bulunarak, koalisyonla yönetilmeyi 'stratejik bir duruş' üzerinden demokratikleşme sosu ile gerekçelendirmekteler.
Başkanlık tartışmasında ülkelerin siyasal sosyolojisini sürekli gündeme getiren bu cephe, koalisyonu savunurken, batı Avrupa'nın siyasal ve toplumsal sosyolojisini Türkiye ile eşitlemekte bir mahsur görmüyorlar.
Türkiye'nin koalisyonla yönetilebilmesini olumlu bir gelişme olarak savunanlar, çok partili parlamenter sistemde tek başına iktidara gelemese bile, koalisyon ortağı olma ihtimali olan partilerin, yapıcı yollarla siyasete katılacağını iddia etmektedirler. Dolayısıyla da iktidarın paylaşması durumunda demokratik hakların yükseleceğini vurgulamaktadırlar. Oysa, Türkiye koalisyon tecrübesinin gösterdiği, koalisyon ve azınlık hükümetlerinin hakim olduğu parlamenter sistemlerde iktidar olma beklentisi, muhalefetteki küçüklü büyüklü tüm partileri yıkıcı bir üsluba yöneltmiştir. Örneğin, 1970'lerdeki ve 1990'lardaki tutarsız koalisyon hükümetleri dönemini bilen hiçbir aktör, koalisyonla yönetilmenin daha iyi ve demokratik olacağını iddia edemez. Bu dönemler toplumsal kutuplaşma ve bölünmenin en yüksek olduğu ve kimlik grupları arasındaki çatışmaların yaşandığı yıllardır. Siyasette istikrarın sağlanamaması, demokrasiyi geriletmekle kalmamış, aynı zamanda ülkede siyasi suikastlar başta olmak üzere birçok karanlık olayın yaşanmasının da önünü açmıştır.