Geride bıraktığımız NATO zirvesinin ve Trump ile Putin arasında gerçekleşen iki saatlik baş başa görüşmenin ardından hem Avrupalı liderler hem de Amerikan yüksek siyasetinin önemli temsilci ve kurumları endişelerini gizleme konusunda oldukça zorlanıyorlar.
Endişenin ilk cephesini Avrupa oluşturuyor. Trump son haftalarda Avrupalı müttefiklerine yönelik -retorik düzeyinde kalsa da- eleştirilerini en yüksek perdeden dile getirdi. Önce Avrupa Birliği'nin (AB) Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) avantajlarını elinden almak için kurulan bir yapı olduğunu belirtti. Daha sonra ise hedefine Almanya'yı yerleştirdi ve mülteci meselesi yüzünden halkının Şansölye Merkel'e karşı yüzünü geri çevirdiğini ifade etti. Merkel'e yönelik en sert eleştirisini ise NATO zirvesi sabahı gerçekleştirdi ve Merkel'in Almanya'yı daha fazla Rusya'ya bağımlı hale getirdiğini söyledi. Dolayısıyla kendisinin Rusya ile yakınlaşma çabası içinde olan bir lider olarak eleştirilmesine karşı topu Almanya sahasına attı. Sonraki hedefinde ise Fransız lider Macron vardı. Trump, Macron'a AB'den ayrılmaları durumunda ABD ile daha iyi şartlarda ikili ticaret anlaşması imzalayabilecekleri çağrısında bulundu. Trump'ın bu eleştirileri geride bırakılan G7 zirvesinin sonuç bildirgesine katılmayı reddeden çıkışı, yeni uygulamaya koyduğu sert ve katı ticaret tarifeleri ve Rusya'nın G7'ye dahil edilmesi gerektiği konusundaki teklifi ile birlikte düşünüldüğünde Avrupa'nın endişelenmemesi için hiçbir gerekçe yok. NATO zirvesi ve sonrasında Putin ile yaptığı görüşme sırasında Avrupalı müttefikleri için kullandığı ifadeler (düşman gibi) düşünülürse, Trump için "önce Amerika" siyasetinin Avrupa için yalnızlık anlamına geldiği oldukça açık.
Elbette bu yeni Amerikan dilinin retorikten pratiğe geçmesi zaman alacak olsa da Trump ile müttefikleri arasındaki gerginlik sadece transatlantik ilişkilerdeki muhtemel kriz alanlarını ortaya çıkarmıyor aynı zamanda Avrupa için yeni bir realitenin belirginleşmesine zemin hazırlıyor.
Avrupa içsel olarak giderek bölünüyor, uluslararası siyasetteki birlik olarak pozisyonunu kaybediyor ve Trump'ın müttefik gibi davranmak yerine bu süreci hızlandırmayı tercih etmesi de Avrupa'yı giderek daha zayıf hale getiriyor. Dolayısıyla küresel çapta yeni bir güç yarışını devreye sokan Trump, Avrupa'yı periferiye itme arayışında olan bir görüntü çiziyor.
ABD cephesindeki durum ise Trump'ın Avrupa'da ortaya çıkardığı tedirginlikten daha karmaşık bir hal alıyor. Trump'ın, Rusya Devlet Başkanı Putin ile görüşmesinde hangi konular üzerinde anlaştığı merak konusu olsa da (büyük olasılıkla herhangi bir konu üzerinde uzlaşma ortaya çıkmadı) Cumhuriyetçi kanadın ağır topları dahi Trump'ı neredeyse vatan hainliği ile suçluyor ve Başkan'ın Amerikan tarihindeki en utanç verici sahneyi sergilediğini ileri sürüyorlar. Hatta Trump'ın "Rusya'nın ajanı" olduğunu ileri süren kanaat önderleri bile söz konusu. Özellikle 2016 başkanlık seçimlerinde Rusya'nın müdahalesi konusunda kendi istihbarat ve güvenlik bürokrasinin iddialarının aksine Putin'in sunduğu açıklamalardan tatmin olan hatta kendi kurumlarını açığa düşüren açıklamalarda bulunan Trump iç cephede Rusya ile her ne yapmak istiyorsa pek başarılı olacağa da benzemiyor.
Başkanlık koltuğuna oturduğundan bu yana Trump ulusal strateji belgelerinde Rusya'yı hem tehdit hem de rakip olarak görüyor. Rusya, Ulusal Güvenlik Strateji belgesinde, Amerikan merkezli liberal uluslararası düzene meydan okuyan bir güç olarak tanımlanırken, Ulusal Savunma Strateji belgesinde ise özellikle Ukrayna ve Suriye politikalarından dolayı yayılmacı ve istikrarsızlığa neden olan bir güç olarak tanımlanıyor. 2019 savunma bütçesinde yer alan uluslararası jeopolitik duruma dair tespitlerde de Rusya benzer bir şekilde ele alınıyor. Peki bütün bunlara rağmen Trump neden Avrupa'yı, NATO'yu değersizleştiriyor ve iç kamuoyunun Rusya karşıtlığına rağmen Kremlin ile yakınlaşma siyaseti izliyor?
?Trump Rusya'ya yaklaşmak zorunda mı?
Bu soruya Amerikalılar tam bir cevap verebilmiş değil. İlk cevaplardan birisi -kanıtlanması zor olsa da- Trump'ın başkanlık öncesi dönemde Rusya ile öyle ya da böyle yakınlaşmasından kaynaklanan ve onu başkanlıktan azledecek süreci dahi başlatacak ölçüde Rusya ile Amerikan ulusal güvenliğine zarar verecek ilişkiler ağına sahip olması. Özellikle ilk ulusal güvenlik danışmalarından olan Michael Flynn'in bu nedenle görevinden ayrılmak zorunda kalması, damadı Kushner'in Rusya ile olan ilişkileri Trump'ı Putin'le yakınlaşmaya zorluyor olabilir.
İkinci grup cevap ise Trump'ın Obama döneminde denenen ancak başarısız olan ABD ile Rusya arasındaki tansiyonun düşürülmesi politikasını yeniden hayata geçirerek yeni bir dış politika hikayesi oluşturmak istediği noktasında kümeleniyor. Bu kümede yer alanlar Trump'ın içeriği ve sonuç alınması zor dış politika konularında fotoğraf vermekle yetinen ya da dış politika gerçekliğinden uzak olan hamleler atan bir lider olduğunu ileri sürüyorlar.
Üçüncü grup görüşler ise Ortadoğu ekseninde ele alınıyor. İsrail'in ABD'nin Ortadoğu politikasının yeni dönemde daha fazla merkezine oturması, Suriye krizinde Rusya'nın stratejik üstünlüğü ele geçirmesi ve Trump'ın İran'ı bölgesel jeopolitik mücadeleden izole ederek Tahran'da rejim değişikliğine varacak hamleler hesaplaması Putin ile anlaşmasını zorunlu kılıyor. Ancak bu alanda Trump'ın Rusya ile anlaşması tek başına yeterli olacak gibi görünmüyor.
Bir diğer açıklama ise Rusya'yı ekonomik bir rakip olarak görmeyen Trump'ın, stratejik konularda Putin ile anlaşma zemini oluşturarak Çin'in ABD aleyhine yükselişinin (özellikle askeri ve ekonomik alanda) engellenmesini en önemli dış politika önceliği olarak belirlediği yönünde.
Hangi açıklamanın Trump'ın Helsinki hamlesini anlamak için yeterli olduğunu kestirmek zor olsa da Trump'ın hem içeride hem de dışarıda Putin'i ikna etme üzerine kurduğu oyunun başarıya ulaşması oldukça zor. İçeride kendi kurumlarını açığa düşüren yaklaşımı Trump'ı Amerikan yerleşik nizamı açısından daha fazla güvensiz bir aktöre dönüştürmüş durumda. Öte yandan yaklaşan Senato seçimlerinde Cumhuriyetçilerin, Trump'ın Rusya hamlesi nedeniyle daha da zorlanacağı oldukça açık. Yine eğer Trump'ın Putin'le yakınlaşma arzusu başkanlık öncesi kurulan "ilişkiler ağı" nedeniyle ise onu başkanlıktan uzaklaştırmak için ABD Senatosunun daha ciddi nedenlere sahip olacağını söylemek mümkün. Ortadoğu'da ise Trump'un İsrail konusunda usulsüz ve hesapsız hamleleri bölgeyi daha derin bir krize sokabilir. Çin konusunda ise Trump'ın yakın vadede halledebileceği bir mesele olmaktan çok uzak. Bütün bu karmaşa ve belirsizliğin içinde NATO'nun yeni misyon ve angajman tanımlamaları ise ABD'yi Trump'ın düşündüğünden daha fazla küresel meselelere dahil edecek nitelikte. Bu nedenle Trump'ın Putin'le mevcut sistemik şartlarda yakınlaşarak Rusya ile tansiyonu düşürme çabası için daha zeki bir stratejiye ihtiyacı var. Bu strateji müttefikleri açığa düşürerek değil ancak onlarla birlikte hareket ederek mümkün olabilir.