Bugün Türkiye'de gündeme hâkim olan barış süreci, ülke içindeki siyasal hareketleri ve toplumsal eğilimleri bir denge merkezine doğru götürüyor. İmparatorluktan ulus devlete geçişin gerçekleştiği 1923 sonrası oluşan düzende iki temel tehdit olarak kodlanan "Bölücü-Kürtçü" ve "Gerici-İslamcı" kimlikler bambaşka bir gerekçe ve görünümle sistemin merkezine yerleşiyor. Meşru siyasal zemin genişledikçe, bir zamanlar vazgeçilmez sanılan söylemler, ideolojiler, kavgalar, tabular çok daha yüksek bir amaç uğruna tarihin hurdalığına bırakılıyor. Bu amacı kısaca Büyük ve Demokratik Türkiye olarak tanımlayabiliriz. Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da söz sahibi olacak, kadim milleti bir araya getirecek bir büyük şemsiye...
İki iç "tehdit": İslamcılar ve Kürtler
İç tehdit kapsamına yerleştirilen İslamcılar ile Kürtlerin tarihi, geçen yüzyılda bambaşka bir seyir izledi. İslamcılar, "Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya" sloganına uygun olarak, bütün olumsuzluklara ve dışlanmışlıklara rağmen, ülkeyi öz yurtları olarak gördüler ve bıkmaz usanmaz bir çabayla toplumsal taban hareketler ve sürükleyici siyasal figürler üretmeyi başardılar. Bütün gayretleri, her seferinde sistemin kalın duvarlarına çarpıp geri itildiyse de, yüzyılın sonundaki sosyo-politik tablo, dindar kitlelerin lehineydi. Salt toplumsal ve siyasal örgütlenmelerle sınırlı kalmayan bu kitleler, aynı zamanda iyi eğitimli, dış dünya ile yoğun iletişime geçen kişilerden oluşmaktaydı. 1990'lara gelindiğinde, sosyolojik parametreler, bu kitle karşısında sistemin artık daha fazla kapalı bir biçimde işleyemeyeceğini gösterdi.
28 Şubat, Kemalizmi kullanan elitlerin son huruç harekatı olarak kayda geçti. Bununla birlikte, dindar kitleler ve liderler, 28 Şubat'ın hemen öncesinde bir söylem dönüşümü tartışması da yaşadılar. Ortak noktasını demokrasinin oluşturduğu bu dönüşümde, İslami öz ve içerik büyük ölçüde muhafaza edilmekle beraber, kavramsal çerçevenin izahında kullanılan kategorik ve kısmen sloganik söylem terk edildi. Muhteva itibariyle zaten toplumun ana gövdesiyle barışık olan dindar kitle, bir anda Türkiye'nin sürükleyici faktörü ve yeni elit üretim alanı olarak merkezde etkili bir güç haline geldi. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, İslamcı hareketin ana damarının hiçbir zaman şiddete tevessül etmemesi, dağa çıkmaması ya da yeraltına inmemesi nedeniyle demokratik bir karakteri kolaylıkla benimseyebilmesidir.
Öte tarafta ise, dini kaygılar da taşıyan Şeyh Said isyanından sonra kabuğuna çekilen Kürtler, 1980'lere kadar geçen uzun yılları dışlanmışlık hissini derinleştiren bir travma şeklinde yaşadılar. Bu zaman boyunca ne sürükleyici lider figürleri üretebildiler, ne de kendilerini ifade edebilecekleri bir toplumsal ve siyasal çerçeve edinebildiler. Travmayı bir kırılma noktasına çeviren ise, 12 Eylül 1980 darbesi ve sonrasında yaşanan, Diyarbakır Cezaevi gibi acı tecrübeler oldu. PKK'nın terör eylemlerine başlamasıyla Kürtlerin bir kısmı, uzun suskunluklarını sert bir biçimde bozmuş oldu. Ancak Kemalist merkezin karşısına, ideolojik bakımdan en az onun kadar seküler bir Marksist hareket olarak dikilen PKK, bu karakteri nedeniyle hem tabanda, hem de temel iddiaları açısından hiçbir zaman etkili bir sonuca ulaşamadı.
Meşru merkezde toplanma iradesi
İşte çözüm sürecinde İmralı'dan gelen mesajlar, meşru merkeze yerleşmek için yeni bir kavramsal çerçeve üretme çabasını yansıtıyor. Marksist- Leninist paradigmanın yanından bile geçmeyen mesajında Öcalan, modernist paradigmanın yerle bir olduğunu, helalleşme zamanının geldiğini söyleyip Malazgirt ve Çanakkale ruhuna, kardeşlik hukukuna, 1920 Meclisine, Hz Musa, İsa ve Muhammed'in mesajlarındaki hakikatlere atıfta bulundu.
Peki, bu söylem değişikliği ne kadar ciddiye alınabilir? İmralı'nın, en azından, bu söylemsel dönüşüme mecbur olması ve onun gerektirdiği eylemi silahlı güçlere dayatması bile yeterince önemli bir aşamadır. Hele ki, eski yenilir yutulur olmayan keskin ayrılıkçı tezlerin veya pazarlıkçı söylemlerin hiç gündeme getirilmeyişi, meşru merkezde yer alma iradesinin dışavurumu olarak değerlendirilmelidir.
Sorun yabancı, çözüm yerli
Yeni Türkiye ile eskisi arasındaki en büyük fark, artık aşırılıkların, marjinalliklerin bir denge merkezinde toplanması ve ortak paydası genişleyen toplumun devlet ile birlikte güçlü bir geleceği inşa etme iradesi ortaya koymasıdır. Milleti ayrıştırıcı, tepeden bakan, hizaya getirmeye çalışan seküler yönetim tarzı, ürettiği sorunlarla birlikte tarihte kalırken; bütün kesimlerin kendine yer bulduğu demokratik temelde Yeni Türkiye düzeni kuruluyor. Yeniden yapılanan bu demokratik toplumsal merkezde meşru şekilde var olmak isteyen her kesim kendine yer bulabilir.
Son tahlilde Türkiye, seküler başlangıç noktalarında çıkan sorunları, kendi iç dinamiklerinin 20. yüzyıl boyunca sabır ve özveriyle ürettiği muhafazakâr-demokrat ortak paydada çözmeye başlamıştır. Ona "yeni" diyeceksek eğer, ilk önce bu yerli sorun çözme modelini hesaba katmak gerekiyor. Zira sorunun mebdei bize yabancı, ama çözüm usulü bize özgü!