İskandinav ülkelerinin birinden Türkiye'ye görevli gelen bir elçilik mensubunun, daha görevdeki ilk haftasının sonunda ülkesine "Bizde bir yılda yaşanmayan olaylar burada bir haftada gerçekleşiyor" mealinde bir rapor geçtiği söylenir. Gerçekten de dünyanın geri kalan kısmıyla kıyaslandığında inanılmaz derecede hareketli bir coğrafyada yaşadığımız biliniyor. Özellikle 17 Ağustos 1999 sonrası, acı bir şekilde anladık ki, bu coğrafyaya özgü dinamizm sadece sosyo-politik ve demografik değil, tektonik alanda da en üst düzeyde seyrediyor. Gelecek planlaması yaparken, bırakın önümüzdeki 15-20 yılı, birkaç yıl sonrasını bile öngörmekte zorlanan devlet aklı, hele ki ansızın bastıran tabii afetler söz konusu olduğunda epeyce güç duruma düşüyor. Oysa 2000'li yılların başında sivilleşme ve demokratikleşme çıtasını oldukça yükseğe koyan dinamik toplumsal yapı, sadece devlet aklını değil, artık devlet aklıselimini de talep ediyor.
Hikmet-i hükümetten
Hizmet-i hükümete
Van depremi Türkiye'nin devlet olmaklığının afetler üzerinden sınanmasının son örneklerinden biri oldu. Kuruluşundan itibaren içeride "güçlü" ve "büyük" bir devlet olan Türkiye, bunu güvenlik ve istihbarat araçlarıyla sağladı. Bugünkü süreç ise, yükselen toplumsal taleplerin ve o talepler doğrultusunda iş başına gelen bir siyasal iktidarın güçlü ve büyük devlet anlayışından güçlü ve büyük ülke kavramına geçme çabasıyla ilgilidir. Bu noktada devlet aygıtını işleten irade, vatandaşın can ve mal emniyeti, konut dokunulmazlığı, ifade ve inanç hürriyeti, seyahat özgürlüğü gibi hizmet alanlarında da başarılı olmak zorundadır.
Doğrusu, hiç kimse, "devlet için devlet" anlayışından "millet için devlet" anlayışına sessizce geçmeyi beklemiyor. Ancak alışılagelen ve artık bünyeye zarar verme özelliğini yitiren siyasal gerilimlere ilaveten, art arda yaşanan tabii afetler hem ülkenin tahammül gücünü zorluyor, hem de bu zihniyet dönüşümünü hızlandırıyor. Devlet, milletle aradaki mesafeyi kapatmayı, hizmet götürmeyi, sosyalleşmeyi ve kendisine yüklenen koordinasyon işlevini, maalesef musibetler üzerinden tecrübe ediyor. Bir yandan şeffaflaşma, demokratikleşme, sivilleşme noktasında yeni devlet anlayışı içselleştirilirken, diğer yandan altyapı, lojistik ve güvenlik hizmetleri konusunda, şartlar, Türkiye'yi, her daim bir bildiği olan hikmet-i hükümetten hizmet-i hükümet anlayışına ve gerçek anlamda devlet olmaya zorluyor.
Depremle tazelenen kardeşlik
Peki, devlet gerçek anlamda devlet olma sınavından geçerken, milletin durumu nedir? Bu çerçeveden bakınca, iki ayrı resim var. Birincisi, unutmak üzere olduğumuz, kısa vadeli siyasi çıkarlara kolayca feda ettiğimiz kardeşlik hukukuyla ilgili; özellikle Devlet Bahçeli ve Selahattin Demirtaş'ın yapıcı açıklamaları bu hukukun tazelenmesi adına ümit veriyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, adına "kara gün dostluğu" dediği toplumsal ve siyasal dayanışma konusunda güzel örnekler sergileniyor. Ekranlara yansıyan ve sosyal medyada organize olan kitlesel yardım hareketleri herhangi bir siyasal kimlik ve ideolojiden bağımsız olarak gelişen yüksek bir insani duyarlılığı temsil ediyor. Ülkenin dört bir yanından Van ve Erciş'e yağan yardımların yaklaşan Kurban Bayramı nedeniyle giderek artacağını söylemek kehanet olmaz. Fakat burada, yine devlet aklıselimine önemli bir hizmet görevi düşüyor: Yardımların güvenliği ve koordinasyonunun sağlanarak ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması.
Depremle depreşen faşizm
İkinci resim ise, daha tanıdık; ama Allah'tan ki bu kez daha soluk renklerle ve biraz üstünkörü çiziliyor. Geçen hafta terör saldırısıyla 24 şehit verilmesi, depremle birlikte klasik ve sosyal medyada cezalandırıcı söylemleri öne çıkardı. Tek tek zikretmeye gerek yok; ama toplumsal çatışma ve ayrışmanın medyatik görünürlük kazanmasına neden olan söylemler daha çok irrasyonel bilinçaltının dışavurumu şeklinde ortaya çıktı. Genellikle sonrasında özür dilenmesi, depremle depreşen faşizmin bilinçten uzak niteliğinin göstergesi sayılabilir. Ayrıca felaketten dahi ders almayan, insafı körelmiş faşizan fikirlerin bireysel düzeyde ve nispeten daha az denetlenebilen sosyal medya mecralarından türemesi bir yönüyle iyi haber sayılabilir. Henüz kamusallaşacak cesareti kendilerinde bulamayan, ama yaş ortalaması düşük bir toplulukla karşı karşıyayız; bu ikincisi gelecek adına kötü haber olsa gerek. Bu tabloda da yeni devlet anlayışı önemli bir sınav veriyor: Kürt sorununu toplumsal düşmanlık düzeyine çıkaracak nefret ve ayrımcılık söylemlerini önlemek.
Toplumsal hareketlilik ve gelişen talepler gün geçtikçe daha yüksek oranda devlet yönetimine yansıyor, ancak bu dinamizm ile güvenlik ihtiyacı arasında rasyonel bir bağ kurulmalı, mesafe fazla açılmamalı. Burada kanun, yönetmelik ve kuralların kısıtlayıcı değil, refahı ve güvenliği arttırıcı amaçlara dönük olarak kullanılması önem kazanıyor.
Her şeyi devletten beklememek lazım, derler; fakat yukarıdaki beklentiler hem gerçek bir modern devletin asli işlevini, hem de toplumun asgari düzeyini ifade ediyor.