Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) Çarşamba günü gerçekleşen Kongre baskınını yorumlarken iki uç yorumdan kaçınmak lazım. Öncelikle bu baskın ABD'nin sonu demek değil. Bununla beraber önemsiz de değil ve Amerikan toplumuna artık iyice sirayet etmiş bir sorunun önemli bir semptomu. Bu iki noktanın altını çizmek için biraz tarihten bahsedelim.
ABD süper güç olması dolayısıyla kimilerimize dünyanın en istikrarlı, en huzurlu ülkesi gibi gelebilir. Doğrudur, kurumsal sürekliliği takdire şayan bir ülke ABD. Dünyanın yürürlükteki en eski anayasasına sahip, 250 yıllık tarihinde darbe yaşamamış, seçim gününe varıncaya kadar siyasi süreçleri net ve katı kurallara bağlı bir ülke.
Ancak karşımızda bu kurumsal sürekliliğe rağmen bol çalkantılı ve skandallarla dolu çeyrek asırlık bir Amerikan tarihi var. Başka ülkelerle yaptığı tüm savaşlarda kaybettiği insan sayısını sadece kendi iç savaşında kaybeden (620 bin kişi), dört başkanı görev süresi dolmadan uğradıkları suikastlar sonucu hayatını kaybeden (Lincoln-1865, Garfield-1881, McKinley-1901, Kennedy-1963), pek çok sivil toplum lideri yine suikastlar sonucu hayatını kaybeden (en bilinenleri Malcolm-X ve Martin Luther King), tarihin en kalabalık terör örgütünü (Ku Klux Klan) bünyesinden çıkarabilmiş, üç başkanı hakkında azil kararı çıkarmış (Johnson-1868, Clinton-1998, Trump-2020) bir ülke. Tabii burada "Trump azledildiyse neden hala görevde?" sorusu akla gelebilir. Görevde kaldı çünkü Temsilciler Meclisinde haklarında azil kararı çıkarılan üç başkan da Senato tarafından görevlerinden alınmadı.Başkanların azil sürecinde ilmeği boyna Temsilciler Meclisi geçirir ama sandalyeyi tekmelemek Senatonun görevidir.
ABD'nin çalkantılı toplumsal tarihi bu kadarla da kalmıyor. Bireysel silahlanmanın kolaylığı dolayısıyla eline geçirdiği yarı otomatik silahlarla, yirmişer otuzar insanı kolaylıkla öldürebilen caniler çıkaran bir ülke burası. 2020'de bu tür saldırılarda 16 kişi hayatını kaybetti. Ki bu rakam belki de koronavirüsün (Covid-19) etkisiyle ortalamanın pek altında kaldı. 2019'da 110 kişi "mass shooting" adı verilen bu toplu katliamlarda hayatını kaybetmişti. 2017'de ise otelinin penceresinden dışarıdaki kalabalığa ateş açan bir saldırgan sadece bu tek olayda 61 kişiyi katletmişti.
Kitlesel gösterilerde yağmacılığın durdurulamadığı, etrafın yakılıp yıkıldığı durumlara da alıştı ABD. George Floyd'un geçtiğimiz Mayıs ayında bir polis tarafından öldürülmesi sonrasında başlayan gösterilerde 19 kişi hayatını kaybederken 14 bin kişi tutuklanmıştı.
Kongre baskınına gelince, bu da ilk değil. Son iki gündür medyamızda İngilizlerin1814't eKongre binasını yakmaları hatırlatılıyor ama başka baskın örnekleri de var. Benim bulabildiğim en yakın tarihli örnek Porto Rikolu dört kişinin 1954'te Kongreye silahlarla girip içeride 30 el ateş ettikleri baskın. Yine de pek yakın bir tarih sayılmaz, ayrıca bu hafta yaşananlar gibi böylesi kitlesel ve kaotik bir baskını ben de hatırlayamadım. Gözlerin bir kez daha ABD'ye dönmesi, yabancı ülkelerin çatışan tarafları sükunete davet etmesi bu bakımdan anlaşılabilir tepkiler.
Ancak itiraf edelim ki üç-beş ayda bir patlak veren kaotik görüntülerden sonra ABD dağılıyor mu, o devasa gücünün sonu mu geldi sorularını sormak biraz baydı artık. Olmuyor işte, suikastlar, terör saldırıları, ayaklanmalar, kongre baskınları ve bu tarz dahili gelişmeler ABD'nin devasa ekonomik ve askeri gücünü ortadan kaldırmadı, kaldırmayacak. Bu haftaki baskını gerçekleştirenler kongre binasını yaksaydı, içerideki kongre üyelerine zarar verseydi bile bu senaryo gerçekleşmezdi. ABD gibi büyük bir gücün çökmesi, dağılması gibi bir son bu tarz kitlesel hareketlerle değil ancak uzun vadede, dünya siyasetindeki yapısal dönüşümlerle mümkün olabilir.
İstesek de istemesek de ABD dünyanın süper gücü ve öngörülebilir gelecekte böyle kalacak. Tek başına mı kalır, yanına bir iki süper güç daha eklenir mi bu başka konu ama ABD bugünden yarına yıkılmayacak, hatta süper güç konumunu da kaybetmeyecek, bunda anlaşalım. O halde sorunu doğru bir perspektiften tartışmak lazım.
Evet bu gösteriler, baskınlar, artan kutuplaşma ABD'yi yıkmadı, yıkmayacak. Ne kutuplaşma ne de toplumsal hareketler Amerikan tarihinde bir ilk. İç savaş yaşamış, Vietnam Savaşı'nda yine ortadan ikiye ayrılmış bir toplum bu. Ama tarihteki öncüllerinin yaşanmış olması bugünde giderek ikiye yarılan Amerikan toplumunun ciddi bir sorun olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Pek çok akademik çalışma ve kamuoyu yoklamaları Amerikan seçmenlerinin kutuplaştığını, iki etkin partiden birine oy verenlerin diğer partinin adayının kazanması durumunda ülkenin ulusal güvenliğinin tehlikeye gireceğini düşündüğünü, hatta rakip partinin adayının ulusal tehdit olarak görüldüğünü ortaya koymakta. Ancak ne var ki bizler konuyu tartışırken Kongre içinde elinde bayrakla zafer pozu veren boynuzlu Halloween kaçkınını, Nancy Pelosi'nin masasına ayaklarını uzatarak poz verenleri, Kongreden kürsü çalarken kameralara el sallayanları konuşarak asıl altta yatan bu derin toplumsal yarığı gözden kaçırabiliyoruz.
Trump'ın seçmenleri arasında ırkçı, İslamofobik, antisemitik kesimlerin kümelendiği bir sır değil. Muhtemelen Trump da bu tarz bir dünya görüşüne uzak değil, bugüne kadarki mesajları bunu gösteriyor. Ama unutmayalım ki 2016'da 63 milyon oy alarak başkan seçilen Trump bu sefer 74 milyon oyla seçim kaybetti. Tüm o kaba saba, dışlayıcı üslubuna ve bunun üstüne koronavirüs salgınını yönetemediği için kaybetmesi beklenen oylara rağmen dört yıllık aradan sonra oylarına 11 milyon daha oy ekleyebildi. 74 milyon gibi devasa bir kitle hala Trump'a oy vermişse bu kesimleri boynuzlu, kürklü bir grup kaçıktan ibaret göremeyiz.
Trump'a destek veren bu kitlenin içinde Amerikan rüyasından uyanan, imtiyazlarını kaybeden, azınlıklara oranla nüfus bakımından da gerileyen, Silikon Vadisi ve Wall Street'teki beyaz elitlerin umursamadığı, seslerini medyada duyuramayan öfkeli bir kalabalık var. Bu kitle bir dört yıl daha göz ardı edilir ve bir grup kaçık olarak görülmeye devam edilirse bir sonraki seçimlerde Trump kendisi şahsen geri dönmese de Trumpizm geri gelebilir. Unutmayalım, Trumpizm asıl gücünü ırkçılıktan değil daha geniş kitlelere seslenen vatanseverlik söylemi ve popülist siyasetten alan bir akım. Ve bu akımı besleyen toplumsal zemin, seçimi Biden'ın kazanmasıyla ortadan kalkmış değil. Aksine medyada sesini duyuramayan, başkanlık ve Temsilciler Meclisinin yanı sıra senatonun da Demokratlara geçmesiyle karar verme süreçlerinde de yenilen, etkisi kırılmış bu kalabalık kitle önümüzdeki dört yılda da büyük sorunlar çıkarmaya gebe.