Tek tek takip etmesek de dış basında Türkiye hakkında çıkan haber ve yorumları görmemiz artık daha kolay. Bunun bir nedeni bu tarz haber ve yorumların sosyal medyada da paylaşılması, birinde yoksanız bir başka mecrada karşınıza çıkıyor. Bir diğer nedeni ise artık uluslararası medyada Türkiye hakkında daha çok haber yapılması, analizler yazılması. Bunların bir kısmı Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından finanse edilen ısmarlama karalama haber ve analizler. Ancak önemli bir kısmı ise otantik ve Türkiye'nin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz'de, Balkanlar ve Doğu Afrika gibi geniş bir coğrafyada artan etkisiyle orantılı şekilde artmaktalar. Bu otantik analizlerin da bir kısmı kategorik olarak Türkiye karşıtı olsalar da Türkiye'nin artan etkisini objektif olarak değerlendiren ve bu etkiyi kırmaya yönelik kendi subjektif önerilerini geliştiren analizler.
Türkiye'nin Doğu Akdeniz enerji denkleminde dışarıda bırakılmaya çalışılmasına karşılık atmış olduğu adımlar ile bu denklemi bozması özellikle Yunan ve Fransız medyasında ciddi bir rahatsızlık doğurmuş durumda. Aslında güncel Türk dış politikasını içeride kendi partizan saikleriyle eleştirenler sadece son birkaç haftalık Fransız ve Yunan medyasını takip etseler belki de kendi eleştirilerini gözden geçirir, en azından bu konuyu iç siyasete alet etmezlerdi.
Şahsen Yunanistan kanallarındaki tartışma programlarını takip edemiyorum ama Türkiye'nin tartışıldığı programları sosyal medyada yakalamak mümkün. Bu tarz programlar ana akım medyanın dikkatinden kaçsa da bireysel kullanıcılar tarafından fark edilip paylaşılabiliyor. Yine böyle bir programda aynı zamanda emekli bir amiral olan uzman konuklardan biri Türkiye için, benim de doğru bir kavramsallaştırma olduğunu düşündüğüm"bölgesel süper güç" tabirini kullandı.Konuklar Türkiye'nin iyi bir dış politika sonucu kazanımlar elde ettiğini dile getirirken Türkiye'nin kazanımları ve artan gücünden duydukları endişeyi saklamıyorlardı. Programda Yunanistan'ın Makedonya ile yaşadığı sorunları kendi çıkarlarına uygun şekilde aşabildiğini söyleyen uzman konuklardan biri, biraz da yuvarlayarak, 100 milyonluk bir Türkiye ile bu sonucu elde etmek mümkün değil diye devam etti. Gerçi henüz 100 milyon olmadık ama trendler önümüzdeki 20 yılda 100 milyon sınırını aşacağımızı göstermekte. Biz farkında olmasak da bu durum Yunanistan için büyük bir problem. Kurtuluş Savaşı'nı verdiğimiz dönem nüfus bakımından Yunanistan'ın iki katıyken şu an fark sekiz kata çıkmış durumda. Durumu Yunanistan açısından daha da vahim kılan yönü ise bu nüfusun yaş gruplarına dağılımı. Yunanistan nüfusunun üçte biri 55 yaşının üzerinde. Türkiye'de ise bu oran beşte birin altında. Türkiye nüfus büyüklüğü bakımından da, çok daha genç olan ortalama yaş bakımından da ciddi bir demografik avantaja sahip. Türkiye'de medyan yaş 31 iken Yunanistan'da 43. Türkiye'nin 15 yaş altı nüfusu tek başında tüm Yunanistan nüfusundan büyük.
Tabii nüfusu önemli kılan özelliği sadece kalabalık değil. Büyük nüfus büyük ordu, büyük pazar, ölçek ekonomisi demek. Hele ki o pazar kapasite ve otonomi açısından yükselen bir devletteyse daha da önemli oluyor. Nüfusu 90 milyona yaklaşan bir ülkede yerli ve milli sanayiinin gelişmesi, teknoloji üretmesi, küresel piyasalarda rekabet edebilecek noktaya gelene kadar iç piyasa ile sürdürülebilir olması, bu süreç içinde olgunlaşması mümkün. En azından benim görebildiğim kadarıyla Yunanistan medyasını en çok rahatsız eden özelliğimiz işte açılan bu nüfus farkı ve bu nüfusa binaen yükselen yerli sanayi ve büyüyen ekonomi.
Aslında Türkiye'nin ithal ikamesine dayalı yerli sanayiyi teşvik edici ekonomi politikaları daha önce de denenmişti ama hem o süreçte iç piyasa bu kadar büyük değildi, hem teknolojik imkanlar ve yetişmiş insan gücü daha yetersizdi hem de 1980'ler öncesi ithal ikameci ekonomi politikaları stratejik bir vizyon ortaya koyamadığı için kroni kapitalizm (ya da ahbap çavuş ekonomisi) denilen üretken olmayan, verimsiz bir sonuçtan öteye gidememişti. Ancak Türkiye'nin bugünkü büyük ve dinamik nüfusu, yetiştirdiği nice genç mühendisler, devlet desteğiyle hayata geçirilen nice projeler meyvesini pek çok alanda vermeye başladı bile. Bu dinamizm Kovid-19 salgınında ürettiği solunum cihazlarını neredeyse bütün dünya çaresiz kalmışken Avrupa'dan Brezilya'ya geniş bir coğrafyaya üretip ihraç edebildi. İşte Yunanistan'ı asıl tedirgin eden, bu örneğin de gösterdiği gibi, Türkiye'nin büyüyen nüfusunun stratejik bir vizyonla buluşması oldu.
Yazının başında son zamanlarda Yunanistan ile beraber Fransız basınında da Türkiye yorumlarının sayısının arttığını fark ettiğimi söylemiştim. Ülkenin en etkin gazete ve dergileri peş peşe Türkiye analizleri yayınlamaktalar. Son iki hafta içinde Le Figaro'dan Le Point'e pek çok mecrada bunun örnekleri görülmekte. Bu mecralardaki analizler ise Yunanistan'dakilere nazaran daha çok kendi hükümetlerine öfkeli görünmekteler. Fransa'nın özellikle Libya'da desteklediği savaş lordu Hafter'in başkent Trablus merkezine birkaç kilometre kadar yaklaşması ancak Türkiye'nin denkleme girmesiyle önce başkent kuşatmasının kırılması ardından Hafter'in tek tek pek çok mevzide yenilerek geri çekilmesi Fransız kamuoyunu Macron'a karşı öfkelendirdi. Kuzey Afrika gibi Fransa'nın yüzyıllardır arka bahçesi olarak gördüğü, halen sömürgeci refleksleriyle davrandığı bir coğrafyada Türkiye'nin Rusya, BAE, Mısır ve Fransa gibi ülkelerin tüm çabalarına rağmen ülkenin meşru hükümetini Hafter işgalinden kurtarması Le Point'e "Akdeniz Türk gölü mü oluyor?" sorusunu sordurdu. Tabii ki Akdeniz Türk gölü olmadı, halen daha küresel ve bölgesel güçlerin Akdeniz üzerindeki güç mücadelesi sürüyor ama Türkiye'nin buradaki etkisinin arttığı, burada Türkiye'yi dışarıda bırakacak bir planın işletilemeyeceği de aşikar oldu. Türkiye'nin Kardak kayalıklarındaki egemenlik hakkının korunması da Doğu Akdeniz enerji yataklarındaki hakkının korunması da artık daha geniş bir perspektifle değerlendirilmekte. Yunanistan'ın hak iddia ettiği ama Türkiye'nin kıyılarına neredeyse bitişik kayalıklara artık sadece kıyıdan değil öte yakadan, ta Libya'dan da bakabilen bir bakış bu. Akdeniz ve Ege'de söz sahibi olmak için Akdeniz'in öte yakasındaki deniz komşularının da denkleme dahil edildiği, o komşularla ittifaklar kurulabildiği, o müttefiklere askeri ve diplomatik destek sağlandığı, o destek sayesinde müttefik ülkelerin sonsuz bir iç savaş ve darbe çukuruna yuvarlanmaktan korunduğu geniş bir stratejik bakışın Türkiye tarafından işletildiği gözlemlenmekte. Batı medyasının da radarına yakalanan bu stratejik atılım Türkiye'de iç siyasete malzeme edilip gereksiz eleştiriler alsa da Türkiye artık daha büyük, sıklet atlayan, daha vizyoner bir ülke. Artık Türkiye'nin masada ve sahada mücadele ve müzakere ettiği ülkeler 10 milyon nüfuslu, küçük ekonomili, büyük güçlerin sponsorluğunda ve desteği ölçüsünde var olabilen ülkeler değil, Rusya gibi, Fransa gibi küresel ve bölgesel ağırlığı hissedilen, güç parametreleri açısından Türkiye'nin sıkletinde olan ülkeler. Bu atılımın devamı ve bölgede somut kazanımların sürdürülmesi için ise Akdeniz'i daha geniş bir perspektiften görebilen bu stratejik bakışın korunması elzem.