30 Mart seçimlerinin, seçim öncesi siyasal mühendislikleri boşa çıkaracak ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik siyasal belirsizliği giderecek şekilde sonuçlanması; Erdoğan, AK Parti ve Türkiye'nin hem kaderini birleştirdi hem de kısa ve orta vade yol haritasını netleştirdi. AK Parti'de süren yoğun istişareler neticesinde, Erdoğan'ın muhtemel Cumhurbaşkanlığı (adaylığı) da, AK Parti'deki üç dönem kuralı da büyük oranda kesinleşti.
AK Parti'nin ve Türkiye'nin yakın geleceğinde hissedilir sonuçları olacak bu iki karar, AK Parti tabanında genel anlamda benimsenmesine rağmen bazı kaygılara da yol açıyor. Erdoğan ve AK Parti'nin liderlik kadrosunun geride bıraktığımız 12 yılda toplumla kurdukları sıcak ilişki ve gösterdikleri siyasal performans dolayısıyla, bu kararların, AK Parti'nin toplumsal desteğini ve Türkiye'nin demokratikleşme iradesini olumsuz etkilemesinden endişe ediliyor. AK Parti tabanında, üç dönem kuralının devamı yönünde genel bir uzlaşma gözlenmesine karşın, Erdoğan'ın muhtemel Cumhurbaşkanlığı meselesinde bazı kaygı ve endişelere rastlanıyor.
Özal ve Demirel tecrübesi
Bu kaygılar, Türkiye siyaset tecrübesinden seçilen yanlış örneklerle tetikleniyor. Bu yanlış örneklerin başında Özal ve Demirel'in Çankaya tercihleri sonrasında partileriyle kurdukları ilişki ve/ya partilerinin yaşadığı sıkıntılar geliyor. Oysa Özal- ANAP ve Demirel- DYP tecrübelerinin Erdoğan ve AK Parti için yanlış örnekler oldukları açık. Öncelikle her iki lider de toplumsal destekleri zirvedeyken Çankaya'ya çıkmadılar. Özal Çankaya'ya çıktığında, ANAP'ın 1989 yerel seçimlerindeki oy oranı bir önceki yerel seçime göre neredeyse yarı yarıya düşerek %22'ye inmişti. Demirel Çankaya'ya çıktığında, DYP, siyasi yasakların kalkmasının ürettiği heyecanı yedeğine alarak zar-zor koalisyon ortağı olarak hükümette yer alabilecek kadar oy almış (%27), zamanın ruhuyla yaşadığı uyumsuzluk nedeniyle bir daha bu sonuçlara erişemeyeceği belli olan bir partiydi.
Merkez sağ partiler olarak ANAP da DYP de, soğuk savaş sonrası siyaset koşullarına-ihtiyaçlarına cevap verecek durumda değillerdi. Kalkınmaya ayarlı siyasi vizyonları 1990'ların siyasal- sosyolojik dinamiklerine, toplumdan yükselen kimlik taleplerine cevap verecek yeterlilikte değildi. Siyasal ibre, demokrasiyi kalkınmaya önceleyen, toplumun siyasal taleplerine kulak kabartan RP, MHP ve HEP- DEP gibi kimlik partilerinden yanaydı. Son olarak, ANAP'ın zaten hiçbir zaman kalıcı bir siyasi parti olamadığını, başından itibaren olağanüstü koşulların ürettiği siyasal alternatifsizlik ve Özal'ın kişisel performansı üzerinden siyaset yapan bir yapı olduğunu hatırlamak gerekir.
Dolayısıyla, Özal ve Demirel Köşk'e çıktığı için ANAP ve DYP'nin güç kaybettiğini düşünmektense, ANAP ve DYP'nin güç kaybı görüldüğü için Özal ve Demirel'in Köşk'ü tercih ettiklerini söylemek daha doğrudur. Bu nedenle, her iki tecrübe de, güç ve desteğinin zirvesindeki Erdoğan ve AK Parti'ye uyarlanamaz.
AK Parti'nin kurumsallaşma imkânı
Öte taraftan, Türkiye siyasi tarihi Erdoğan ve AK Parti ile paralellik kurulacak başka tecrübelere de sahip. Bu siyasi tecrübeler, gerçekçi bir siyasal geleneğe, siyasi kadrolara, toplumsal tabana ve günün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir siyasal vizyona sahip olan hiç bir siyasi partinin lider veya kurucu kadroların değişimiyle gücünü yitirmediğini göstermektedir. Türkeş sonrası Ülkücü geleneğin siyasal serüveni, Erbakan sonrası Milli Görüş geleneğinin AK Parti şahsındaki performansı bu duruma örnek gösterilebilir. DP- AP- ANAP duraklarında, lider, kadro ve siyasi parti değiştirmek durumunda kalan merkez sağ geleneğin yarım yüzyılı bulan siyasi yaşamları bile hatırlanabilir. Bu tecrübelerin tamamı, tek bir dinamik yerine, lider-kadro- vizyon- taban uyumunun siyasi partilerin kaderi üzerinde daha etkili olduğunu göstermektedir.
Bu örneklerden sonra AK Parti'ye daha yakından bakabiliriz. AK Parti, bir yandan 1950'den beri merkez sağ geleneğin, bir yandan da 1970'ten beri milli görüş geleneğinin siyasal misyon ve performansını tek çatı altında birleştirerek 2000'lerin siyasal diline tercüme etme başarısını göstermiş bir partidir. AK Parti, Türkiye'nin yarım yüzyıl boyunca farklı adreslerde temsil edilen kalkınma ve özgürlük/ demokrasi taleplerini telif ettiği için hem toplumsal desteğini arttırdı hem de kalkınmayı önceleyen pragmatist merkez sağ tabanı demokrasi taleplerine katkı verecek bir siyasi kimliğe kavuşturdu. AK Parti'nin daha uzunca bir süre iktidarın en güçlü alternatifi olmasını sağlayacak kalıcı bir toplumsal desteğe sahip olacağını öngörmek zor değil.
Dolayısıyla, AK Parti tabanının, ne Erdoğan'ın muhtemel Çankaya yolculuğundan ne de üç dönemdir karar alıcı pozisyonlarda bulunan liderlik kadrosunu bir dönem dinlendirmekten endişe duyması için gerçekçi bir neden yok. Bilakis bu iki adımın, partiyi zayıflatma riskini taşımak bir yana partiyi kurumsallaştırarak daha da kalıcı hale getirme imkânı sağladığını görmek gerekir. Türkiye'nin siyasal koşulları, AK Parti'den beklentileri, AK Parti kadrolarının Türkiye'ye yönelik tahayyülleri, kısacası, AK Parti'nin üstlendiği tarihsel misyonun henüz tamamlanmamış olması, daha epey bir süre, AK Parti'ye iktidar imkânı sağlıyor.
Bu imkân ve sorumluluklar, AK Parti'nin vizyonunu ve kadrolarını revize ederek kurumsallaşma yönünde adımlar atmasını gerekli kılıyor. Vesayetçi sistemi tasfiye etme sürecinde sorumluluk yüklenen kadroların rehberlik ve gözetiminde yeni Türkiye'yi inşa etme sorumluluğu yüklenecek yeni kadroların inisiyatif yüklenmelerine alan açıldığında, AK Parti kadro yenilenmesiyle hem kurumsallaşacak hem de yeni siyasal misyona adaptasyon zorluğunu aşacaktır. Bu nedenle, Erdoğan'ın muhtemel Cumhurbaşkanlığı da AK Parti'nin üç dönem kuralını sürdürme kararı da, AK Parti'ye kontrollü bir değişim ve yenilenme imkânı tanıyacağı için tarihi bir öneme sahiptir.