Uzunca bir süredir, siyasal gündem, yargı eksenli tartışmalarla belirleniyor. Askeri vesayetin ortağı olduğu dönemde de, siyasetin vesayetle mücadele sürecinde de, post-askeri vesayet sürecinde yeni bir vesayet odağı bağlamına yerleştirildiği bu günlerde de yargı eksenli tartışmalar siyasi gündemin üst sıralarındaki yerini korudu. Her dönemde tartışmaların odağında yer alması, yargıya yönelik adalet beklentisini ciddi ölçüde zedeliyor.
Bu nedenle, topyekûn bir yargı reformuna duyulan ihtiyaç her geçen gün artıyor. TBMM'de görüşülmeye başlanan 22 maddelik kanun değişikliği paketi, yapısal bir reform ihtiyacını karşılamaktan uzak olsa da, yargı ile ilgili epey zamandır sürdürülen tartışmalara radikal müdahaleler içeriyor.
Özel yetkili mahkemeler ve savcılıklar kaldırılıyor, bu mahkemelerde bakılan davalar ağır ceza mahkemelerine devrediliyor; ÖYM'nin görev alanına giren suçlarda uygulanmakta olan azami 10 yıllık tutuklama süresi 5 yılla sınırlandırılıyor.
Ayrıca, dinleme ve izleme tedbirlerinin denetimi için yeni önlemler getirilerek bu tedbirlere çeki düzen veriliyor: karar verme yetkisi tek hâkim yerine oy birliği şartıyla mahkemeye veriliyor; el konulan bilgisayarlardaki verilerin bir kopyası sahibine verilerek veriler üzerinde değişiklik yapma ihtimalinin önüne geçiliyor; telefon dinleme taleplerine hattın sahibini gösteren belgenin eklenmesi zorunluluğu getirilerek İMEİ veya telefon numaraları üzerinden ismi ibraz edilemeyen kişilere ilişkin dinlemelerin önüne geçiliyor; dinleme süresi 6 aydan 3 aya düşürülüyor, süre uzatımı 3 ayla sınırlandırılıyor; teknik izleme süresi 8 haftadan 4 haftaya düşürülüyor, süre uzatımı 4 hafta ile sınırlandırılıyor; kişisel verilerin korunması amacıyla, bu verileri hukuka aykırı olarak kaydedenlere ve yayanlara verilecek cezalar arttırılıyor.
Bu paketle kaldırılan veya düzenlenen maddelerin çoğu, uzun süredir tartışmaya konu olsa da, vesayetçi aktörlerin yargılanmasını mümkün kılarak siyasal sistemi vesayetçi öğelerden arındırma hedefi üzerinden meşruiyet devşiriyordu. Siyaset, terör üzerinden DGM'lere aktarılan birçok 'özel yetki'nin, DGM'lerin yokluğunda, başka bir misyonla -vesayetle mücadele misyonuyla- ÖYM'lere aktarılmasını uygun bulmuştu. Başka bir deyişle, vesayetle mücadele, ismi konulmamış bir 'olağanüstü' durum olarak değerlendirilmiş ve bu hedefle sınırlı olarak yargı mekanizmasının 'olağanüstü' yetkiler taşımasına izin verilmişti. Özel yetkilerin siyasal ve kamusal meşruiyeti, vesayetle mücadeleydi. Zaman içinde, vesayetle mücadele gerekçesine, terörle mücadele gerekçesi de eklendi ve Ergenekon, Balyoz, KCK örneklerinde somutlaşan davalar görülmeye başlandı.
Bu süreçte, keyfi ve uzun süreli tutuklamalar, özensiz iddianameler, kişisel mahremiyetin ve soruşturma gizliliğinin ihlali, yargılama süreçlerinin uzunluğu, delillere ilişkin soru işaretleri ve emniyet-yargı-medya arasındaki kapalı devre ilişkiler birçok vicdanı rahatsız etse de, vesayetle mücadele zorunluluğu gözetilerek sorunlar ertelendi. 12 Eylül 2010 referandumu siyasi olarak, Ergenekon ve Balyoz davalarındaki ilk kararlar da fiili olarak, 'özel yetkili' dönemi sona erdirdi.
Özel yetkili otonom yapı
Özel yetkilere gerekçe kılınan siyasi zemin ortadan kalktığı halde, yargıyı normalleştirecek bir düzenlemenin yapılmaması, Türkiye'yi daha büyük bir krizle yüz yüze getirdi. 7 Şubat (2012) ve 17 Aralık (2013) tarihleri, vesayetle mücadele gerekçesiyle özel yetkilerle donatılan yargı içinde, kendi gündemi doğrultusunda hareket eden otonom bir yapının var olduğuna ilişkin yaygın bir kanaate yol açtı. Siyasi iktidarın dillendirdiği ve toplumsal algıda da geniş bir kabul gören kanaate göre; vesayetle mücadele sürecinde rol üstlenen bu yapı, mücadele gerekçesiyle aktarılan özel yetkileri, kurumları ele geçirmek, siyaseti dizayn etmek, siyasi iktidarı zayıflatmak, siyaseti istikrarsızlaştırmak için kullanmaktadır.
Aslında, özel bir ajandaya sahip paralel veya otonom bir yapının yokluğunda bile, vesayet sisteminin ayrıcalıkları göz önünde bulundurularak yargıya aktarılan özel yetkiler, post-vesayet döneminde, siyasetin normalleşmesine zarar verecekti. Ancak, bu objektif zemine otonom yapının eklenmiş olması, hem demokratik sistemi yeni bir vesayet tehdidiyle karşı karşıya getirdi, hem de vesayetle mücadele sürecindeki yargılama süreçlerinin meşruiyetini zedeledi.
Bugün, demokratik duyarlılıkla yargıya aktarılan özel yetkilerin, yargı içindeki bir grup tarafından bu duyarlılığa ihanet edilerek kendi özel gündemleri doğrultusunda kullanılması dolayısıyla, siyasetin omzuna, hem geçmişi temize geçmek hem de geleceği inşa etmek sorumluluğu yüklenmiş durumdadır. Siyaset, bir yandan, vesayetle mücadele ufkuna halel getirmeden görülmüş davalardaki ihlalleri ayıklamak, öte yandan da yeni bir vesayet odağı haline gelen otonom yapıyla mücadele etmek durumundadır. İlk adım, yargıyı olağanüstü dönemin ayrıcalıklarından arındırarak normalleştirmek olabilir. TBMM'ye sunulan kanun değişikliği, hem normal bir hukuki rejime geçişi sağlayacak hem de otonom yapının beslendiği hukuki ayrıcalıkları ortadan kaldıracaktır.
12 Eylül 2010 referandumu, vesayetle mücadeleyi referans alan bu 'olağanüstü' dönemin sonunu sembolize ettiği ölçüde, yargıya aktarılan 'özel yetki'leri geri almaya yönelik bir düzenlemeyi gerekli kılıyordu.
Yeni düzenleme, 7 Şubat 2012 krizi maliyetiyle, gecikmeli olarak, hayata geçirildi. 7 Şubat sonrasında gerçekleştirilen düzenlemeler şimdi gündeme alınan değişiklikleri de kapsamalıydı, ancak burada da gecikildi; ikinci ve daha büyük bir krizle, 17 Aralık 2013 operasyonuna maruz kalınca, bugün hayata geçiriliyor.
Bu çerçevede, TBMM'ye sunulan düzenleme, olağanüstü dönemin ve olağanüstü yargı rejiminin sona erişini, demokratik bir siyasal sistemin inşa edilmesi sürecinde yargının normalleşmesi yolunda önemli bir adımı teşkil ediyor. Nihai hedef, yargıyı prosedürel hukuki sınırlarına geri çekerek, siyasi bir özne olmaktan çıkarmak ve her daim siyasi bir özne olma iştiyakından caydıracak tedbirleri almak olmalıdır.