Dünya bir süredir Koronavirüsle mücadele halinde. Gündemi meşgul eden yüksek siyasetin meseleleri geri plana itildi. Geleneksel ve sosyal medyada tek gündem maddesi salgınla nasıl baş edileceği. Tüm dikkatler sağlık sektörü çalışanları ve sağlıktan sorumlu hükümet görevlilerine çevrilmiş durumda. Bu durum akıllara geleneksel güvenlik meseleleri etrafında dönen siyasetin aslında insanlık için o kadar da kritik olmadığı düşüncesini getirebilir. Aynı şekilde, tamamıyla orta sınıf ideolojisi etrafında örülmüş insanın sosyo-ekonomik varoluşunun da mutlak olmadığı düşünülebilir. Şayet siyaset de dahil hayatın normal akışı başka bir faktör tarafından yönlendirilebiliyorsa, o halde en temelde insan hayatının özünü bu faktörün oluşturduğu söylenebilir. Ya da başka bir ifadeyle, hayatın normal akışı durabiliyorsa normal olarak görülen birçok şeyin aslında pek de normal olmadığı dile getirilebilir.
Bir süreliğine insanlığın ayağının altından dünyası çekilmiş gibi boşa düştüğünü söylesek abartmış olmayız. Ancak insanlığın bu şoka rağmen hayata kaldığı yerden devam edeceğini tahmin etmek de pek zor değil. Bu şoktan büyük bir siyasi ya da sosyo-ekonomik değişim beklemek olası değil. Keza insanlığın elimizdekinden başka bir hikayesi yok. Mevcut hikayenin kesintiye uğraması onun değişeceği anlamına gelmiyor. Bu kesinti şimdiye kadar kapsamlı bir felsefi sorgulamayı doğurmadı ve doğuracak gibi de gözükmüyor. Tam tersine siyasete hakim olan ulus-devlet yapıları ve sivil topluma hakim olan neo-liberal kapitalist ekonomik yapılar bu süreçten yara almadan, belki de daha da güçlenerek çıkacak gibi duruyor.
Karşımızda bir pandemi sorunu olduğu için devletler sınırlarını peşi sıra kapattılar. Ancak burada önemli olan nokta toplumların diğer toplumlarla değil, kendi içerisinde bir dayanışmaya gitmiş olması. Mesela, salgından en fazla etkilenen ülke olan İtalya (hayatını kaybedenlerin sayısı Çin'i geçmiş durumda) üyesi olduğu Avrupa Birliği'nden (AB) acil tıbbi malzeme yardımı çağrısında bulunmasına rağmen istediği olumlu cevabı alamadı. Avrupalı devletler kendilerine lazım olabileceği gerekçesiyle tıbbi malzemelerin ihracatına hemen sınırlama getirdiler. Bu durum sadece Avrupa ile de sınırlı kalmadı. Diğer ülkeler de benzer gerekçeyle tıbbi malzemeleri kendilerine saklama ihtiyacı hissettiler.
Mülteci sorununu en can alıcı şekilde yaşayan bölgemiz insanı için aslında bu pek de şaşırtıcı değildi. Avrupa ülkeleri başta olmak üzere uluslararası toplum kendi çıkarlarını düşünerek mülteci meselesinde de "kapalı kapı" siyaseti gütmektedir. Küreselcilerin diline doladığı ve bir süredir büyük kredi kaybına uğrayan dünyanın sınırsız bir siyasi mekan haline geldiği iddiası bir kez daha boşa düşmüş oldu. Ayrıca, salgınla mücadelede tek mercinin devletler olarak kabul görmesi ve devletlerin şu ana kadar hiç de fena bir performans sergilememesi devlet-karşıtı küreselci iddiaları zayıflatan bir başka önemli unsur olarak karşımızda durmaktadır.
Meselenin diğer ayağını kapitalist ekonomik sistem oluşturuyor. Sosyal medyada sosyalist görüşlü kimselerin heyecanlı paylaşımları dikkatlerden kaçmadı. Koronavirüsün en büyük kurbanının neo-liberal kapitalist ekonomik düzen olacağı fikri bolca işlendi. Eve kapanmalarla birlikte sömürüye dayalı üretimin durmasının ve tüketim toplumunun darbe almasının kapitalizmi sarsacağı dile getirildi. Daha da ötesi, kapitalist sistemin temelini oluşturan eşitsizlik fikrinin bu krizle birlikte daha da sorgulanacağına dair beklentiler de arttı. Salgınla birlikte ortaya çıkan yeni hayat şartlarında dünyanın zenginliğini elinde bulunduran yüzde birlik kesimin aslında insanlık için pek de önemli ve sahici bir işleve sahip olmadığının açığa çıktığı dillendirildi.
Sosyalistler uzunca bir süredir bu beklentilerin neden gerçekleşmeyeceğine dair kafa yormaktalar. Ve vardıkları sonuç şu: İnsanlar düzeni değiştirmek yerine, düzen içerisindeki yerlerini değiştirme, yani sınıf atlama eğilimindeler. Bu durum devam ettiği sürece böylesi büyük beklentilerin gerçekleşmesi de elbette mümkün değil. İnsanların ekseriyetinin elde etmesi daha kolay ve çabuk olanı tercih etme eğiliminde olmalarında şaşılacak bir durum yok.
Yine de salgının dünyada bazı dengeleri yerinden oynatabileceğini hesaba katmak gerek. Ulus-devlet sisteminin ve kapitalizmin çökmesi gibi büyük yapısal değişimler beklemek doğru değil. Ancak salgının uluslararası güç dengesinde bazı kaymalara katkı sunması mümkün. Uluslararası siyasette materyal güç dengesi kadar, prestijin de büyük bir rolü olduğunu unutmamak gerek. ABD ve AB gibi büyük devletlerin krizle başa çıkamamaları, uluslararası düzen içerisindeki liderlik konumlarını –ki bu bir süredir zaten sorgulanır hale gelmişti– sarsabilir. Liderlik iddiasını sürdürmenin iyi yönetim sergilemekle bağlantılı olduğu unutulmamalı. Çin'in şimdiden bu yönde bir propagandaya başladığını, krizi fırsata çevirmeye çalıştığını gözlemlemek mümkün. ABD Başkanı Trump'ın "Çin virüsü" çıkışını da buna karşı bir hamle olarak değerlendirmek gerekir. Türkiye de şayet bu krizden alnının akıyla çıkabilirse uluslararası iktidar hiyerarşisinde bir süredir sergilediği yukarı tırmanma trendini hızlandıracaktır.