90'ların fecaati üstümüze çökmüştü, 2000'li yılların başıydı. Bir senaryo yazmış, sinemaya yapmaya çalışıyordum. Senaryomda ikiye ayrılmış bir ülke, İstanbul şehrini yıkıntılarla doldurmuş bir deprem ve acımasızlık anlatılıyordu. Paraya tapan dindarlar ile ecnebilere tutkun 'Beyaz elitler' darbe yapmışlar, ülkeye el koymuşlardı. Yoksulluk ve kimsesizlik diz boyuydu. Ezilen ve hor görülen halkın büyük kesimine 'Karakafalar' deniyordu. Karakafalar bir ayaklanma planlıyorlardı…
1999 depremindeki rezaleti temel alarak yazmıştım bu kara ütopyayı. O çaresizlikte beş gencin macerasını anlatıyor, birbirine sığınan çocukların fırtınalara göğüs germelerini resmediyordum.
Karakafaların 'Cavlaklar' denen sufi gençlerine peruklular deniyordu. Çünkü beyazlara inat olsun diye kadın- erkek saçlarını kazıtıyor, peruk takıyorlardı. Peruklular her yerde, 12 Eylül 1980'i anımsatan görüntülerle aranıyordu.
Bu fikri, yürüyüşlerimin birinde Güzel Sanatlar Fakültesinin önünde şahit olduğum bir olay ilham etmişti. İki küçümen kız bir arabanın arkasına saklanmış ve dazlak kafalarına peruk yerleştirmişlerdi. Ben onları oraya saklanmış bir şeyler içiyorlar sanmıştım. Başörtülerini ise anca çantalarına tıkıştırdıklarında fark etmiştim.
Kıtıpiyos bir aymazdım…
***
Bir gün mühim bir yapımcı beni boğaza tepeden bakan villasına çağırdı. Korumalarla çevrili bir siteydi. Koltuğumun altında senaryo, akşamüstü oraya damlamış, denize nazır bir salonda, pembe tenli tombik, liberal ve elit ötesi bir adama projemi anlatıyordum.
Adam hesaplanmış soğuk bir hayatın içinde sıkkın, fakat benim coşkumdan zevk almış ama duygularını pek ele vermeyen bir suratla dinliyordu.
Konuştum, konuştum, konuştum. Yemekler yendi, sohbetler edildi. Hatta laf arasında bir ara film şirketinde çalışıp çalışmayacağım soruldu. Kibarca reddettim. Aktif gazeteciliği danışman olmak için değil istediğimi yazmak ve düşünmek için terk etmiştim.
Arada hep senaryoya lafı getirmek istiyordum ama olmuyordu. Saatler su gibi akınca bana bir oda açıldı, orada kaldım.
'Hikayem ne ve ben kime anlatıyorum?' sorusu, 'bunların bir gecelik soytarısı mıyım neyim?' sorusu midemde bir kırkayak gibi kıvrılıyordu...
Sabahın köründe sanki biri dürtmüşçesine uyandım. Terasa çıkıp şöyle bir etrafa baktım. 'Ulan anlattığım beyazların tam merkezindeydim be!' Biçilmiş çimenler, kat kat dökülen havuzlar ve itinayla Karakafalardan arındırılıp pastörize edilmiş bir İstanbul.
Kapıyı usulca çekip dışarı çıktım. Issız caddede yürümeye, nefes almaya, bir otobüs durağı aramaya başladım. İçine düştüğüm bu kahredici açmazı düşünüyor düşündükçe ümidim kırılıyordu. Bu adamlarla ne ortak noktam yanım var sorusu ellerimi titretiyor, bir çıkış noktası arıyordum.
Kafamı bir kaldırdım ve çok şaşırdım!
Caddenin yukarısından o erken saatte başörtülü bir kadınlar kalabalığının bana doğru yürüdüğünü gördüm. Adeta bir gösteri yürüyüşü gibiydiler. Oluk oluk akıyorlardı.
Protesto ediyorlar ayrımcılığı galiba, vay be dedim kendime, o kadar da kötü değil durum baksana! Devrimci bir duygu seli tıklamıştı kalbimin kapısını. Fakat hayır öyle değil!
Hayır bu bir yürüyüş değildi. Villalara dağılıyordu narin varlıklar. Ev temizliğine gelmişti koca bir ordu!
Sonra aklıma başörtülü anneannemin ve 'kendinden tesettürlü' örtüsüz annemin çalışmaktan ve iyilikten yorgun düşmüş yüzleri geldi oturdu karşıma…
***
Sinemadan vaz geçtim, o öykünün romanını yazdım İndiragandi adıyla…
Öyle baş önde inerken yokuş aşağı, ilk orada duydum içimdeki ihtiyarı:
"Başkasına da kendine de numara yapma!"
***
Meraklısına: Bu yazı, 15 yıl önce bahsettiğim projede rol almak için karşıma oturan Berkun Oya'nın çok konuşulan Bir Başkadır dizisinin 1. bölümünü izlerken kafamdan havalanan uçurtmalardır…