"İnsan söylediği şey değildir, sakladığı şeydir" demiş Andre Malraux. Bir zamanlar sevdiğim bir romancıydı...
Kendimizi, kim olduğumuzu bilmek öyle kolay değil. İnsan bir Kâinat Kitabına sahip olmadan bunu bilemiyor.
Freud'un psikanalizleri sadece insanın bodrum katlarına yönelen yönsüz bir fenerdi. Öyle yönsüzdü ki bu fener, oradaki hayvani varlıkları insanın kendisi gibi gösterdi! Rahmani bir ahlak hayatın dışına itilince amaç için, var olmak, güvenlik ve emniyet için her yol mubah görüldü.
Dünyanın, dünya siyasetinin bu denli zalim olması epeyce bundan.
İnsan eğer manevi evriminin sıfır noktasıyla tanımlanacaksa, ısırmak, yok etmek, ölü haline getirmek gayet normal.
Oysa cinayet sadece bir insanı kasti olarak öldürmek değildir. İnsanı manevi anlamda yok etmek de cinayettir.
Böylece ilahi ışığın çakarı susturulur.
Diktatörlerle, halkını katletmiş canilerle ortaklık kurmakta hiçbir sakınca görmeyen küresel devlerin aklının arkasında bu vardır. Mühim olan menfaatlerdir.
Ve buna karşı çıkan ve bir ahlakın olması gerektiğini söyleyenlere aptal muamelesi yapılır...
Kim olduğumuzu bilmek için bir gayret gerekmekte. Kimim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum, amacım ne? Sorular bireyler için mühimken ülkeler için değil mi?
Türkiye de 200 yıl sonra bu soruları yeniden soruyor. Doğunun bu büyük yıldızı, Selçukludan Osmanlıdan Cumhuriyete bin türlü badireden geçerek, zaman zaman beyni yıkanarak ruhunu kaybetmiş olmasına rağmen hiçbir dış baskı bu topraklarda fazla uzun sürmüyor, süremiyor. Tarih tabii sadece Cumhuriyetle başlayıp bitmiyor. Çok büyük bir medeniyetin evlatlarıyız. Başımıza soğuk sular dökünerek uyanmaya çalışıyoruz.
Türkçe konuşan küstah bilinç altı vahşilerinin ya da İngilizce konuşan post-Moğolların öfkesi buradandır...
***
Yalnız şöyle bir soru var: Biz nerede hata yaptık? Da dünyayı Kızılderililerden, Afrikalılara, oradan Araplara, Müslüman halklara, hepsini kana boğan maskeli tecavüzün bu denli güçlenmesine izin verdik? İçimizdeki defo neydi?
İslam bilgeliği ne zaman çekti gitti?
Çağa uyma adına modernleşme hamlemiz yabancı bir uygarlığı kendi medeniyetimizle değişmek olmamalıydı.
Ta Osmanlıda bile İslam'ın gerileme nedeni olduğunu söyleyip durmamalı, Abdülhamit'e bağırıp çağırıp İttihat Terakki zibidiliğiyle toprakları kaybedip apışıp kalmamalıydık.
Beceremedik...
Eğer seküler bir dille söylenecekse bizim "uygarlığımızın" kökleri bitmez tükenmez bir servetti. Kardeşlerinin yoksulluğunun üstüne basarak gelen ve aç gözlü bir canavar gibi sermaye biriktiren kapitalizme aparat olmak değil...
İrfanı, felsefeyi, o sırlı bilgiyi hayata uygulayacak asri ve merhametli bir çıkış yapabilirdik, yapamadık. Peki ne yaptık?
Gelenekle bağlarımızı kopartarak, geçmişle dil din felsefe bütün iletişimimizi keserek kör bir batılılaşma, aval bir özenme yoluna girdik.
Binlerce yıllık tarihimizi, bir dünya savaşı sonunda trajik bir batı kopyası olmaya, o toprak için Osmanlı evlatlarının döktükleri kanı görmezden gelerek tedavül ettik.
Teslim olmuş bir modernleşme, kendini inkâr etmiş bir sömürge aydını...
200 yıl sonra kendimizi buluyor, bedenimizi yokluyor, uyuşmuş ayaklarımızı açmak için egzersiz yapıyoruz.
Fakat şunu unutmamalı, bu ideolojik işgal yıllarında selefi yani ilkel ve pozitivist, sadece lafza bakan güdük bir din anlayışı resmi din olarak da ilan edildi.
Sanat-kültür-felsefenin bilgeleri saz şairi diye tanıtıldı ya da turistik gösteri olarak lanse edildi. Yüksek seviyeli düşüncelere zındık diyen tek biçimli bir din anlayışı, ta Osmanlıda, Selçukluda başlamıştı.
Yani bu yenilginin, bu biçimci, çıkarcı kültürün 'Genetiği Değiştirilmiş Organizmaları' içimizde hep vardı.
Evet insan sakladığıydı. Asıl onu konuşmalıydı...