Kış nihayet geldi. Yoksula, yolda kalmışa merhamet ederek kışın kışlığını yapmasını, toprağın suya doymasını istiyoruz.
Geçen pazar hava buz, mutat şehir yürüyüşlerimizden birine çıktık. Eminönü Bayezid, Laleli. Direklerarası'ndan geçtik.
Tıfıllığımdan beri bilirim buraları. Sinema filminden önce cazbant!
(Cazbant mı kaldı yani?)
Ya Direklerarası? Kala kala köşede bir kebapçı, adı 'Direklerarası'.
Sinemalar da çoktan kapanmış, ne mimarisi olduğunu bilemediğim birtakım heyulalar yapılmakta. Yıkık dökük harabeler, önlerinde sakil büfeler. Arkadaki Süleymaniye'yle tezat bir taşralaşma.
Biraz ilerde belediye binası. Büyükşehir!
Ah diye geçiriyoruz, bu mekân canlansa. Tiyatrolar, atölyeler, zanaatçılar şu bu. Bir İstanbul kültürü. Mimari üslupta butik oteller teşvik edilse...
Fatih, yağmurlu, bir lahza heyecan. 'Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.' 15 Temmuz Caddesi'ndeyiz, aklımızda o büyük destan.
Fakat idealler dırdır, içimizdeki.
Neyse ki Şehzadebaşı Camii!
Tam geçerken, zarif bir ses sistemiyle tatlı bir ezan sarıyor bünyeyi.
Ahmet Haşim karşımızda! Evet, bu bir Müslüman saati...
***
Caddenin öte yanında Tanzimat binaları, sönük batılılaşma heyecanları. Valens su kemerleri altındaki parkta
Mimar Sinan, üstünde son fırtınanın sararmış yaprakları. İtfaiyenin arkası 'Kadın Pazarı'. Bir doğu rüzgârı. Otlu peynirler, kuru meyveler ve kekik kokulu kuzu. Bal ve tereyağ. Dükkânların üstündeki evlerde balkon balkon bebek çamaşırları. Lokantalarda büryan! Çiğköfte, bumbar, Güleryüz. Anadolu ihtimamı.
Kadınlar, çocuklar, ağır bıyıklarıyla erkekler. Güngörmüş yaşlı amcaların namaz takkelerinin altında yatan kadim tüccar, Van tulumunun genzi yakan tadı.
Sanki başka bir gezegen burası. 'Gözüm' öyle bir Türkiye ki bu İstanbul, her semti bir başka renk. Böylesi güzel. Çok renkli bir etnik kimlikler cenneti.
Biraz yukarda At Meydanı. At dediysem bakmayın siz, küçük bir heykel, tay belki.
Meydanda kafeler silsilesi. Müslüman bir Soho desem yanlış anlaşılma ihtimali, mazbut kafeler cenneti desem daha yerinde sanki!
O kafelerin öncüsü, ilki, Eski Kafa, artık oturmuş. Havalandırmalar filan. Sıcak, servis mutedil, çaylar sağlam, çalışanlarda bir sakinlik. Genel kavramlarla konuşursak muhafazakârlar da öğrendi artık bu işi...
Dışarda ayaz altında ayakkabı boyacısı çocuklar. Ellerinde bir Hindistan cevizi. Nasıl yiyeceklerini bilmiyorlar, yere vurup kırıyor birisi. Kaldırımdan parçaları topluyorlar. Yüzlerinde bir kâşifin sevinci.
Susup etrafa bakıyoruz. Karşı masada işinden ayrılmak zorunda kalmış bir yazar, yazarın elinde bir yazı, memur çantasında naylon dosyaya sarılı. Yanağına yapışan havuç rendesi, rahatsız çehresi, uzaklara bakması. Her aydının medarı maişet sıkıntısı. Huzursuz bir bacak sendromu aklımdaki...
Sonra aşağıya saraçhaneye doğru akışa bıraktık kendimizi. Sağımızda her yağmurda su içinde İMÇ, kaset piyasasının Yeşilçam'ı.
Küçükpazar'a daldık, bir karanlık, bir yoksulluk, bir ölüm. O eski şarkının adım izleri. Suriye, Irak, Afganistan, loş aşevlerinde bir hüzün sesi.
Bir sürgün acısı, bir ötelenmişlik hadisesi. Kirden kararmış perdeler. Bekâr odalarındaki cinnet. Yaşlanmış küçük bir adam, ayakkabıları yazlık, elinde bir servet gibi tuttuğu Kürt böreği.
Metro, yeraltının gizemi. Eminönü, şehrin dibi.
Yeni camii, vapurlar...
Bir ızgara balık kokusu. Soğuk, bir kırbaç gibi yalarken yüzümüzü Sarayburnu, çocukluğumuzun kayıp resimleri.
"Şair" demiş Ferudiddin Attar, "Erkeğin muayyen hali!"
***
Rıhtımda İstanbul Kitapçısı, bir sade kahve, yanında tarçınlı lokum, telkâri. Payitaht, hattı zatında bir gusto medeniyeti.
Galata Kulesinde şehir seyreden gri gölgeler.
Turist kafilesi. Köprüaltında bir kaybolmuşluk hissi, barbunya pilakisi.
Vapurlar, şehrin cilvesi. Deniz, gecenin lacivertinde sallanırken poyraz. Kent, ışıklarını yakınca defoları kaybolan o asude afitap!
Sait Faik'i arıyor telefonda biri, "Cebimde" deyip kapatıyorum. Elimde bir fındık içi.
İstanbul, illaki...