Zaman geçmiyor, ömür geçiyor. "Yaş 35 yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün" diyen şair kadar hüzünbaz bir gerçek bu. Ama gerçek!
Geçen yüzyılda, kirpiklerimiz henüz uzunken, Marksist arkadaşım Teng Hasan bu şiiri söylediğimde iddia eder, "Aslı, dantel gibi ortasındayız ömrün" diye ısrar ederdi. Önüne getirdiğim kitabı da yanlış baskı diye iter, beni delirtirdi.
Şimdi miladi yılın bu ilk günlerinde onu hatırladım. Belki de o haklıydı!
Bir dantelin ortasındaydık usta. Ellerimiz yara bere, tığla örmüştük bu hayatı.
Şimdi ise görülmemiş bir çiçek figürünün yaprağına gelmişti sıra. Eğer tığ kırılmaz, ip kopmazsa inşallah bitirecektik...
Şu meşhur Sony-Kuzey Kore-ABD siber takışmasına neden olan The Interview filmini izledim bu ara...
Hayatımda böyle çirkef, böyle küfürbaz, böyle tel maşa film izlemedim, yarısında mide bulantısıyla bıraktım. Kuzey Kore ahmaklığını eleştireceğim diye bir ülkeye bi'çuval belden aşağı hakaret eden bu filmi izleyen kesin tam tersini yapar: K. Kore'ye sempati duyar! Oranın komik diktatörünü sever, onu söyleyeyim siz anlayın.
Bir de sinemaseverler arasında mühim bir kalite notu olan IMDP 10 üstünden 8 vermişler! Yuh diyorum ve çıkarılan gürültüye gülüyorum...
Bazen bir Ahmet Kaya şarkısı oluyor insan, "Beni vur, beni ellere verme..." Kalplerin kırılmadığı bir ülke hayal ediyorum böyle anlarda. Irkçılık müptelası olanlar, Türk'e, Kürt'e, Arap'a veya Ermeni'ye veya başka bir kimliğe kin besleyenler, darbe yıllarında ülkenin en muhteşem sanatçılarının linçinde en önde bulunanların halkın yazdığı şarkıları okuyamadığı, yolsuzluk şüphesi bulunanların sonuna kadar yargılanıp kendilerini temizlediği bir ülke...
İnsan dediğin dilinin, kültürünün altında yatıyor!
Ruhunun ağaçlarını kesersen ömrünün gölgeliklerini kaybediyorsun. Huzursuz ve aksi bir hayatın oluyor. Kendi dilini Osmanlıca diye yasaklarsan kör kuyularda merdivensiz kalıyorsun...
Yılbaşı gecesi göğsümde üşümüş bir kuş kokusu vardı. Gece deniz kabardı, karakış indi. İstanbul adalardan başka bir gezegen gibi göründü. Baktım dalgalar kıyıları bitmek tükenmek bilmeyen bir söylev gibi dövmekte. Baktım, "dışarıda bazı iklimsel hesaplaşmalar var, oğlum kavga gürültüye karışma. Otur evinde!" demekte.
Yılbaşı, karşıdaki şehirde bir ahir zaman ayiniydi. Havai fişekler, ışıklar. Kentin Paganlarının gürültüsünü kesti fırtına fakat! Ada sessizdi.
"İnfak etmeyen nifak çıkarır" dedi içimdeki bilge, sessizlikten istifade! "İnfak etmeyen münafıktır, yalandır ibadeti" diye ekledi. Arıza bir adamdı, içimdeydi. İçim kalabalıktı...
Alnı secdede nasır tutanların arasından çıkıyor bazen en katı kalpler. Biliyoruz, saklamak nafile...
Paylaşmak fakat ne müthiş bir tecrübe! Sadaka, sadaka değil, sadakat. Bozuk paralardan kurtulmayı söylemiyorum, merhamete, şefkate, aşka sadakat. Yolda kalmışı, zor durumda olanı elinden tutup kaldırmaya yeten bir sadakat. Takva ise al sana takva! İnsan insana...
Paranı, malını nasıl infak ediyorsun diye sorulmaz adama. Gizli kalmalı. Ama ya kalp infakı? Gönlü zengin olmak! Beni gülümsetti kışın ortasında...
Nefs terbiyesi yılda bir en güzeli, zamanı olmayana. İnsan bir durup düşünmeli değil mi ama? Neydim ne oldum bu kırmızılı donlu zamanda? Şah mı, şahbaz mı?
Bir esmeli şöyle harbi bir rüzgâr, havalanmalı iç odalar.
Esmez deme, esip duruyor aslında.
Herkes bilmez, söylemez bunu. Bilen kendine saklar. Eser varoluşun rüzgarı bazen, alemlerin sırtı ürperir. Onu söylüyorum, bir "iyi sıhhatte olsunlar" yakınlaşır şah damarımıza!
Kar ortasında çıplak kalmış gibi olur, insanın ruhu zangırdar. Kimi doktora kaçar, kimi korkar, sağıra yatar. Kimi soytarılık eder, gürültüye getirir. Kiminin ise derdi tasası "bir rüzgar çıksa da dinlesek"tir zaten. Bu dili yeni öğrenmiştir. Susar ve dinler...
Artık ağza geldiği gibi konuşmanın, eğlence olsun diye aksilik yapmanın, küçük oyunların ülkesinden geçilmiş, Hızır'ın memleketine girilmiştir.
Bundan sonra numara yoktur! Bir rüzgâr eser. Öyle kitapların yazdığı gibi değil ama. İnsanın içi titrer.
Gözden kaçmış bir anı gibi. Hesaplaşılmamış bir hatıra sanki. Bir nokta büyür, kara delik mi desem, kişiyi içine çeker.
Bu yüzleşmeden insan -ülke de diyebilirsiniz siz buna- geri döndüğünde, dönebilirse eğer, sudan çıkmış bir balık gibidir.
Bir dantel kadar zarif, o kadar canlı ve o denli taze...