30 Aralık 2016
Yıllar yılı gittim Kapadokya bölgesine. Zelve'ye, Ihlara'ya, Hacıbektaş'a, Göreme'ye, Avanos'a. Ama ne kışın gitmiştim oraya ne de Uçhisar'a. Bu kez yılbaşı öncesinde orada olmak istedim. Derya Hanım yıllar önce bir mağara harabesi olarak alıp emekle, sabırla, çileyle kotardığı evine davet etti bizi. Gerçekten iğneden ipliğe işlenmiş nefis bir mekan burası.
Akşamüstü ulaştık Nevşehir'e. Yerde biraz kar vardı, hava soğukçaydı. Havaalanından çıktık. Yolda Saint-Jean kilisesine uğradık. Küçücük ama çok etkileyici bir şapel bu. Freskleri büyük ölçüde korunmuş. Asıl mesele de o freskler. Hıristiyanlar kaçıp buraya sığındıktan sonra ve 4. yüzyılda ikonoklazm (putkırıcılık) başladığında buradaki mağaralara oyulmuş kiliselerde insanlar saklanıp diledikleri gibi fresklerle ibadet ediyorlardı.
O resimler elbette çekiyor beni. Henüz perspektifin bulunmadığı dönem daima ilginçtir. Bu kayanın içine insan eliyle oyulmuş, onca küçük kilise bir kere boyutlarıyla şaşırtıcı. İkincisi, o küçük yapıdaki resimlerin güzelliği insanı derinden etkiliyor. Son yemek tablosundaki balık, peygamberlerin suretleri, İsa'nın vaftizi. Çıkınca eve gittik. Hazırlandık. Akşam yemeğe indik, yeniden köye. O arada bir eve uğradık kapıdan. Ve çok komik bir şey oldu. Arkadaşlarım orayı lokanta sandılar, ev sahibini de şef garson. Herkes soyunup dökünmeye başladı, Işıl paltosunu şef garson sandığı ev sahibine verdi. Neyse gülüş ahenk çıktık. Gerçek lokantaya ulaştık.
Karın, buzun, uzaktan gelen is kokularının, köpek havlamalarının içinde eve dönmek çok güzeldi. Şimdi vakit sabaha karşı. Kalkıp terasa çıktım. Gökyüzündeki yıldızlar neredeyse fincan gibiydi. Ama beni asıl vuran sessizlikti. O sessizliğin kulağımda patladığını duydum. Kar başlamış. Soğuk adeta üstüme yapışıp kaldı. Bambaşka bir dünya burası.
31 Aralık 2016
İşte bu! Kar!
Gece kalkıp terasa çıktığımda çok inceden atıştıran kar biraz da okuyup, yeniden yatağa dönüp, azıcık kestirip uyandığımda iyice bastırmıştı. Yerde neredeyse 15-20 cm arası bir kar vardı. Aradığım, özlediğim, beklediğim karla nihayet buluştum. Karşımdaki büyük ovaya bakıyorum. Akşam iniyor. Dışarıdan yeni döndük. Önümde uzanan kısa platodan sonra bir vadi var V şeklinde yayılan. Epey derin olduğu anlaşılıyor. Vadinin iki öte terasında kavak ağaçları var. Tek tük kayısı ağaçları görüyorum.
Günün öyküsü belli: Kahvaltı yaptık. Dışarı çıkacaktık, kar bastırdı. Yapacak bir şey yok. Bekledik. Nihayet öğleden sonra dışarı çıktık. Köyü dolaştık. Tepelere çıktık. Kadın Eli diye sadece kadınların işlettiği bir yerde çok güzel yemekler yedik. Ne kadar eğitimli, güzel, uygar kadınlar. Ve 'örtülüler'. Türk modernleşmesi bu!
Eve dönerken Uçhisar'ın efsane oteli Argos'un sahibi Gökşin Bey ve eşiyle tanıştık. Yirmi yıl önce buradaki harabeleri, mezbelelikleri alarak başladığı serüveni anlattı. Müthiş bir iş yapmış. Bu zor bölgeyi şimdi tanınan bir merkeze dönüştürüyorlar. Beni asıl ilgilendiren yöreye dönük girişimi ve katkısı. Kadın Eli denen yeri başlatmışlar. Garsonları, diğer çalışanları yörenin gençlerinden seçiyorlar. Müthiş...
Akşam yeni yıla eski bir manastırda girdik. Ama öncesinde dün akşam lokanta sandığımız eve gittik. Kalabalıktı. Dost insanlar. Güzel evler. Hayatlarını belli bir döneminde dönüştürmüşler. Para kazanmışlar, sonra işlerini bırakıp bu evleri almışlar. Şimdi geziyorlar, yiyip içiyorlar, dünyayı yaşıyorlar.
Yılbaşı yemeği: uzun bir masa, tanımadığımız, yeni tanıştığımız insanlar. Bazıları şık, bazıları değil. Ben şık olmayan insanlardan haz etmiyorum.
Bir kabalık, bir baştan savmacılık ve bir 'estetiksizlik' buluyorum onlarda. Yemekler öyle aman aman değildi. Gökşin Bey'le konuştuk. Çevrenin öykülerini anlattı. Manastırın düzeninden bahsetti. Erken feodal dönem düzeni. Oradan feodal düzene nasıl geçildiğini de Almanya'nın güneyine, Bavyera'ya gittiğimde 'görmüştüm'; bilmek başkadır, görmek başka!
Ardından Bezirhane'ye geçtik, yeni yıla orada girdik. O bölgede (Anadolu'nun başka yerlerinde de) bir adet vardır, yeni yıla girerken nar kırılır, bereket olsun, çoğalsın, saçılsın diye.
Eh, biz de adeti yerine getirip döndük. Yol, uzak ve boğuk sesler, sessizlik çok güzeldi. Karın üstüne sokak lambalarından düşen turuncu ışık, ta ötelerden bakınca, sisler içinde görülen turuncu ışık çok etkileyiciydi.
1 Ocak 2017
Ne denir ki?
Sabah erkenden kalktım. Terasa çıktım. Ortalık henüz tam aydınlanmamıştı. İçimdeki, dinmek bilmeyen ıssızlık duygusu ayaklanmıştı. Soğuğa rağmen dışarıda oyalandım. Sonra masanın başına oturdum, çalışmaya başladım. Gazete yazısını yazıyordum. Derken cep telefonuma baktım. İpek'ten bir mesaj vardı ve bizden havaalanından hemen eve gitmemizi istiyordu. Kuşkulanıp internete girdim ve Reina faciasını öğrendim.
Ne yapabilirdim, ne söyleyebilirdim? Hayat bu kadar acımasız olmak zorunda mıydı, insanlar bu kadar insafsız olmaya mecbur muydu?
Uyananlara haberi verdim. Derin bir sessizlik ve sıkıntı içinde kahvaltı ettik. Sonra Göreme'ye, Mustafa Paşa'ya gittik. Eşsiz doğa, eşsiz görüntüler. İnsanı çoğaltan bir coğrafya bu. Sadece muhayyilesi değil, insanın belleği ve estetik duyuları da çalışıyor. Yenileniyor insan.
Yer altı müzesini gezdik. Antikite her zamanki gibi etkileyici. Figürinler, küpler ve her şey. Küçük ama etkileyici, lezzetli. Eve döndük. Derken odalara çekildik. Kapadokya'da üç gün diyeyim, Urlalı büyük ozan Seferis'in Kapadokya Kaya Kilislerinde Üç Gün kitabına izafeten. Şunu da yazayım: evden bakınca müthiş görüntüler yakalıyordum. Yıkıntılar, taşlar ve kar. Gene de kardı Kapadokya benim için, her şeyin üstünü örten kar. Karı da hep şiirle birlikte 'yaşadım'. Mısralar akıyordu zihnimde.