Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Aslında sizindir o çığlıklar

Giacometti'nin heykelleri Pera Müzesi'nde sergileniyor. Bu heykeller insana ait hiçbir şeyin artık dile getirilmediği bir dünyadan, uzak evrenlerden bize sesleniyorlar. Ama tamamen sessizlikleriyle

1939 senesi. Mevsim kış.
Gece yarısından sonra. Paris'te, meşhurlar meşhuru Cafe de Flore'da garsonlar etrafı topluyor.
Herkes çekilmiş.
İki kişi kalmış. Kravatlı ama elbiseleri hayli eski, kısa boylu, kendi anlatımıyla, çok çirkin adam masada oturan adamın yanına geldi. "Beyefendi" dedi, "Tanışmıyoruz, ama biz birbirini anlayan, anlayacak iki insanız, bunu biliyorum, hiç param kalmadı, bana bir içki ısmarlar mısınız?"
Masada oturan, iri yarı, büyük kafalı, geniş suratlı, epey hırpani, kaba ve köylü görünüşlü adam telaşla, "Elbette beyefendi" dedi.
İçkiyi ısmarladı. Hemen dost oldular. Savaş sonrasında, o parasız adam, büyük Fransız düşünürü Jean Paul Sartre, içkiyi ısmarlayan adamın, Alberto Giacometti, sergisi için bir yazı yazacak ve sanatçının heykelleri için çarpıcı şeyler söyleyecekti.
Bu heykeller diyecekti, dünyanın tozunu üstlerinde taşıyan yapıtlardır.
Tanrının olmadığı, insanın kendi kendisiyle kaldığı bir dünyada o yalnızlığı anlatırlar. Bilmem der, Sartre, evrene, boşluğa insan yüzünü işleyen, yapıştıran bir adam mıdır Giacometti, yoksa insanlık düşleri gören bir kaya mıdır; belki de, hem o, hem öteki hem de ikisini birbirine bağlayan düşüncedir! Ve kararını verir Varlık ve Hiçlik isimli dev yapıtın yazarı, heykelcinin tutkusu kişiyi bütünüyle uzama/ uzaya ait hale getirmektir; bir süre sonra, insanın 'heykeli' o uzayın derinliğinden saldırıya geçecektir.
Velhasıl, Sartre'a göre Giacometti, işlevini, görevini bu sonsuz uzay denizine başka varlıklara dokunabilme yetisine sahip tek yaratığın eksiksiz, kusursuz şeklini oymak diye saptamıştı.

***

Pera Müzesi'nde sergilenen bu yapıtlar 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya konmuş en çarpıcı yapıtlar arasında; belki de onların başlıcası. 20. yüzyıla girilirken heykel alanındaki büyük çarpışma bitmişti. Brancusi'nin son ve büyük hamlesiyle heykelin üzerine oturduğu kaide artık tarihe karışmıştı.
Heykel bir nesne olarak kendi başına boşlukta yer tutuyordu. Brancusi de, Rodin'in öğrencisi olarak soyut ama ondan öte metafizik bir boyut sağlamıştı heykele. Sonsuz Sütun (1916) örneğin boşlukta gerçekten de sonsuzca uzayıp giden bir yapıttı.
Ama ondan hemen sonra Duchamp'ın Pisuar'ıyla (1917) her şey değişmişti. Artık 'hazır nesneler' de sanat yapıtı olabiliyordu. Heykelin, oyulan, yontulan bir 'şey' olması gerekmiyordu.
Üstelik, bahsettiğimiz o metafizik ortadan kaybolmuştu.
Giacometti ansızın ortaya çıktı.
Gerçi sürrealistlerle 'flört' etmişti, Rodin'in yakın arkadaşlarından Bourdelle'in stüdyosunda çalışmıştı ama gene de ilk dönem yapıtlarında klasik heykelin etrafında dolaşıyordu.
Daha ziyade bakışın öne çıktığı yapıtlar üretiyordu. Bir de özelliği bu yapıtların olabildiğince küçük olmasıydı. (Bu alışkanlığını korudu.
Bahsettiğim sergide Simone de Beuavoir'ın 'heykeli' tam da böyle, neredeyse mikroskobik bir yapıt.) Sonradan yavaş yavaş bunları inceltmeye ve uzatmaya başladı.
O kadar inceldiler ki, neredeyse birer 'jilet'e dönüştüler.
Derken uzamaya başladılar.
O yapıtlara dikkatle baktım yıllar yılı. Uzun olmasına uzundular ama bu uzunluk gerçekten de başka bir uzunluktu. Mesela El Greco'nun (1541-1614) oranları çarpıtarak elde ettiği bir uzunluk değildi. Erişilmeyecek kadar uzun heykelleri de vardı ama uzunluğun çarpıcılığını hazırlayan bu özellikleri değildi. Bizatihi kendileriydi.
O heykeller küçük olmasalardı da küçüktüler, uzun olamasalardı da uzundular. Bu nitelikleriyle de sanat tarihinin en önemli yapıtları arasındaydılar. Gene de arkalarında bir birikim vardı işte. Şimdi bu satırları yazarken masamın üstünde duran Siklat adalarından iki heykele bakıyorum. İkisi de işaret parmağımın ilk boğumu kadar. Bana Giacometti heykellerini anımsatıyorlar ki, yanlış değil, o heykellerden etkilenmişti.
Gerçekten de onların boşlukta tuttukları yerden kaynaklanıyorlardı.
Bu derecede ince, uzun oldukları zaman, daha işin başında, hemen metafizik bir anlam kazanıyorlardı.
O özellikleriyle akla hemen bu insanların yalnızlıkları, bir şeyden ürkmüş, korkmuş oldukları geliyordu.
Boşlukla başka bir ilişki kuruyorlardı.
Her heykelin meselesi boşluktur.
Heykel boşlukla girişilmiş bir mücadeledir. Boşluk olmasaydı heykel de olmayacaktı. Heykel taşa oyulmaz. Taşın da içinde yer alacağı boşluğa/uzaya oyulur. Giacometti'nin heykellerinde ise boşluk hemen uzaya dönüşür.
O heykellerin biçimlendirdiği erkekler, kadınlar, köpekler yeryüzünde, tanıdığımız bir çevrede değil, uzayda yaşamaktadır. Bize ait değil, başka bir evrene aittirler.
Kuşkusuz ilk fırsatta bizi çarpan bu heykellerin 'yabanıllıklarıdır'.
Hatta yabancılıklarıdır. Kendilerine dahi yabancıdır bu insanlar. O bahsettiğim ürkmüşlükleri, korkuları içinde kendilerine sığınmış, öyle çırılçıplak (giysili olsalar da çıplaktırlar) boşlukta durular, yürürler.
Kısacası bir imkansızlığın dünyasındadırlar.
Bu durum aklımıza hemen daha da ötede duran bazı kavramları getiriyor. İşin ilginç yanı onların dinle ilgili olmasıdır. Mesela günah, mesela kıyamet, mesela acı çekme gibi, soyunma, arınma gibi kavramlar bunlar. Giacometti'nin insanları sadece kendileriyle kayıtlı ve olmayan bir uzayda yaşarken aslında 'mavera'da yaşıyor gibidirler.
Bir geçiş dünyasındadırlar. Sanki bir bedel ödüyorlar. Nitekim, Sartre da onlara ilk kez baktığında bize Buchenwald'i, toplama kamplarını anımsatıyor demiş ama bunun o heykeller için çok küçük bir değerlendirme olduğunu fark edip yorumunun sınırlarını genişletmişti.
Bunlar, kaderlerinin son evresindeki insanlardı ve muhtemelen de o kaderin ne olduğunu bilmiyorlardı.
***

Gicaometti, 1901 yılında İsviçre'de doğmuştu. Sanatçı bir ailedendi.
Paris'e göçtü. Orada çalışmaya başladı. 46 yaşında evlendi. Karısı çok güzel bir genç kızdı. Kendisinden 23 yaş küçüktü. İlişkileri Annette henüz 20'sindeyken başlamıştı.
Onu çok sevdi. 1966 yılında ölene kadar onunla birlikte yaşadı.
Çocukları olmadı. Fakat ilginç değil mi, Annette'le beraber olmaya başladıktan sonra heykellerinin boyutları da büyümeye başladı. O eski, minyatür ebatlarından çıktılar.
Yepyeni bir büyüklüğe ulaştılar.
Giacometti, 1966 yılında, genç bir yaşında öldü. Geride müthiş bir birikim bırakmıştı. O birikim sadece heykeller değildi. Ölü renklerin, soluk grilerin, yeşillerin, uzak krom sarılarının yer aldığı desenle resim arasında yağlıboyalar da yaptı. Gravürler hazırladı. Çarpıcı olan bunların neredeyse tamamının insan portreleri olmasıdır. Gençliğinde başka şeylere de baktı ama daha sonra insan dışında hiçbir şeyle ilgilenmedi. Kısacası, Giacometti, insanın sanatçısıydı.
Bu sanat, söylemek bile gereksiz, trajikti. O uzayda, boşlukta, yapayalnız insanlar bize tragedyaların tekinsiz, uğursuz dünyasını düşündürdü daima. O nedenle sadece kendileri ürkmedi. Bizi de ürküttüler. Onların karşısında çaresizliklerimizi, bir başına kalışlarımızı, yoksulluğumuzu, zaaflarımızı anımsadık. Kendimize bile itiraf etmediğimiz günahlarımız ve 'öte yanlarımız' geldi aklımıza. İnsan kendisi ve kendisi değil, insan insana dokunabiliyor ama bunlar artık dokunamayacağımız bizden olmayan insanlar.
***

Büyük Fransız düşünürü Blanchot da irdeledi bu heykelleri. "O heykellere," diyor Blanchot, "bir bakış noktası var. Bir kere oraya gelince bakan kişi, Giacometti'nin insanları klasik perspektiften kurtulurlar.
Heykelleri mutlak/eksiksiz bir biçimde görürüz. Bu heykeller artık başka hiçbir şeye indirgenemez.
Uzayı, evreni görüntülerinin cansız derinliğiyle doldururlar."
O zaman, felsefeciye göre, o bakış açısı onlara değil kendimize döner.
O anda içinde bulunduğumuz yer (burası), hiçbir yere dönüşür. Bu mevcudiyetin mutlak halidir. Bu mutlak mevcudiyet, başkasının yani heykellerin, 'onların', bütün yabancılığıyla bizimle birlikte aynı yerde mevcut olmasıdır.
"Sonra", diyor felsefeci, "Çok kuvvetli ışık nasıl bize bir şey göstermezse, karanlık gibi, bu heykellerin mutlak güçleri de bize hiçbir şey göstermiyor." Yani, şu bahsettiğim 'yakınlaşma' olunca, heykellerle iç içe geçince biz izleyenler, artık onlar heykeller ortadan kalkar, namevcut olurlar, başkalarına yani bize dönüşürler ve bu defa da onlarla derken kendimizle bir arada, baş başa kalırız.
İşin özü, bu heykeller, bize insanın temsil edilebileceğini, insanın insana olanca çıplaklığıyla, şimdi, burada ve hatta hiçbir yer olmayan bir yerde gösterilebileceğini anlatıyor.
Onlar biziz. En yalın, en karmaşık, en trajik halimizle biziz; kendimiziz.
Böylece bu heykeller insana ait hiçbir şeyin artık dile getirilmediği, düşünülmediği bir dünyadan, uzak evrenlerden bize sesleniyorlar.
Ama tamamen sessizlikleriyle.
O heykellere bakmıyorsanız bu, o sessiz çığlıkları duymak istemediğiniz, yani kendinizden korktuğunuz içindir. Çünkü, o çığlıkları atan aslında sizsiniz...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA